<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Ana Sayfa

Utanmaz adam!

image

12 Eylül dönemiyle ilgili işkence "iddiaları"nı 28 yıldır çeşitli gerekçelerle savuşturan darbeci general Kenan Evren, şimdi de "işkence vardı ama benim rolüm ve yetkim yoktu, Bakan çıkıp özür dilemeliydi" dedi. Oysa zamanında böyle konuşmuyordu.

soL (HABER MERKEZİ) 12 Eylül darbesinin komutanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, geçtiğimiz günlerde basına verdiği demeçle yine gündeme geldi. Engin Çeber'in cezaevinde gördüğü işkence sonucu ölmesinin ardından hükümetin özür dilemesini "doğru bulduğunu" söyleyen Evren, 12 Eylül sürecindeki işkence suçları ile ilgili olarak da, topu dönemin İçişleri Bakanı'na attı. 1980'den bu yana Türkiye'de işkence olup olmadığına bir türlü karar veremeyen, her koşulda sorumluluğu başkalarının üstüne atmaya çalışan Evren'in, çeşitli yıllarda işkenceyle ilgili yaptığı açıklamaları derledik.

Yıl 2008: "Yaptıysa polis yaptı, ben nasıl engel olayım"
Önceki gün Hürriyet gazetesine konuşan Evren, şunları söyledi:  "12 Eylül döneminde işkence olmamıştır diyemem, olmuştur. Bu bizim kontrolümüzde değildi ki. Orada cezaevlerinin başında görevliler aynen duruyordu. Biz onları alıp da yenisini vermedik. Polis aynı polis. Yapmışlarsa onları ilgilendirir. Oradaki idarecilerin, sıkıyönetim komutanlarının bunu takip etmeleri lazımdı."

"Cumhurbaşkanı'nın ne sorumluluğu olabilir ki?"
"Bugün Bakan'ın yaptığı doğru. O zaman da Bakan vardı, özür dilemek onlara düşerdi, Cumhurbaşkanı'na düşmezdi. Nitekim bugün de özür dileyen Cumhurbaşkanı değil" diyerek Cumhurbaşkanı Gül'e arka çıkan Evren ayrıca, "İşkence korkunç bir şey ama ne yaparsınız, oradaki insanlar bunu yapabiliyor. Ama sonra da cezasını çekiyor" dedi.

Yıl 2007: "Gardiyanlar çok çekmişti, intikam aldılar"
Evren, bundan tam bir yıl önce, 7 Kasım 2007'de Milliyet gazetesinde Fikret Bila'ya verdiği röportajda, "işkenceciler de insan" söylemi eşliğinde, topu gardiyanlara atmıştı. Bila'nın "Diyarbakır Cezaevi'nde olanları neye bağlıyorsunuz?" sorusu üzerine Evren, "benim kanaatim şu: Cezaevlerinde o gardiyanlar, 12 Eylül öncesi dönemde çok sıkıntı çektiler. Hatırlarsanız, anarşi döneminde cezaevlerini oradaki suçlular yönetiyordu. İdare onların eline geçmişti. Mahkumlar, gardiyanları yakalarlar, onları döverler, rehin alırlar... Bu gardiyanlar çok çektiler. 12 Eylül olunca da bunlar mahkumlardan hınç aldılar. Tabii, sıkıyönetim komutanlıkları da orayı disiplin altına almak için, onların başına subaylar verdiler. Bu subaylar da eğitim yaptırdılar, talim yaptırdılar, Atatürk ilkelerini, inkılaplarını öğrettiler. İstiklal Marşı'nı söylettiler" demişti.

"Ben onlara işkence yapın demedim ki"
Evren, röportajın devamında şu sözlerle kendini aklamaya çalışmıştı: "Şimdi bunlara eza yapın, işkence yapın diye bir şey söylenmemiştir. Benim ağzımdan böyle bir söz çıkmamıştır. Hatta, hatırlarım: Bir astsubay doğuda işkence yapmış. Onun mahkumiyet kararı geldi bana. Ben onayladım, imzaladım. Bir polis de mahkum oldu. Bunlar mahkemelere verilirdi. Onu, benim üzerime yüklemiyorlar mı? Sanki, ben, 'filan hapishanedeki filan adama işkence yapın' demişim gibi..."

"Sanki bizden önce işkence yok muydu?"
12 Eylül'de işkence yapıldığını yalanlamayan Evren, işkence metodlarına ilk kez kendi döneminde başvurulmadığını söyleyerek temize çıkmaya çalışırken, aslında Türkiye'de işkencenin sistematik bir şekilde uygulandığını açıkça dile getiriyor, polis yetkilerinin artırılmasının bu uygulamadaki rolüne de ayrıca parmak basıyordu:

"Sanki, işkence, 12 Eylül'den önce karakollarda yok muydu? Bütün karakollarda vardı. Yani karakola düştün mü, kötü muamele yapılıyordu. 12 Eylül'de biz polisi serbest bıraktık, rahat çalışsın diye. Onlar yine yaptılar bunu. Sorgulama yapılıyor. Söyletebilmek için bazı usulleri var onların. Onları kullanarak bilgi alıyorlar. Bunları Almanlar da yapıyordu, İngilizler de, ABD'liler de, Fransızlar da... Onlar yapmadı mı? Vaktiyle herkes işkence yapıyordu. Yaptılar, sonra 'intihar etti' dediler Almanlar, Baader-Meinhof çetesi için..."

Yıl 1985: "Türkiye'de işkence ve fikir suçu yoktur"
1980 sonrasında sürekli gündemde kalan işkence "iddialarını" Kenan Evren de, Konsey de örtbas edemedi. Başta Konsey üyeleri olmak üzere devlet yetkilileri, dönem dönem açıklamalarda bulunma zorunluluğu hissettiler. 28 Nisan 1985'te dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, "Türkiye'de işkence ve fikir suçu yoktur" diyordu.

12 Eylül döneminde yaptığı işkencelerle ilgili olarak Nokta dergisine itiraflarda bulunan polis memuru Sedat Caner, 31 Ocak 1986 tarihinde Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na teslim oldu. 6 Şubat'ta Başbakan Turgut Özal işkence iddialarını yalanladı, "suimuamele" var dedi. Tam bir yıl sonra, 6 Şubat 1987'de ise Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, işkence olaylarında, işkencecilerin yanı sıra devletin de sorumlu tutulmasını kararlaştırdı. Ancak, darbeciler, Anayasa'da bulunan "2356 sayılı yasa ile kurulmuş olan Milli Güvenlik Konseyi, işlemlerinden, eylemlerinden dolayı yargılanamaz" şeklindeki geçici 15. madde tarafından korundukları için yargılanamadılar.

Yıl 1981: "İşkence avazeleri yüzünden suçluları konuşturamıyoruz"
27 Ağustos 1981 - 1 Temmuz 1983 tarihleri arasında Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri görevini yürütecek olan 19. Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ da, işkence "iddiaları" nedeniyle polisin rahat çalışamamasından şikayetçi olmuştu. "Kenan Evren'in Anıları" adlı kitapta aktarıldığına göre, Üruğ, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak 4 Aralık 1979 tarihinde yapılan sıkıyönetim koordinasyon toplantısında, "suçluyu konuşturmak için yapılan en küçük bir müdahale, işkence avazelerine sebep olmaktadır ve işkence avazeleri karşısında derhal polis aleyhine soruşturma açılmaktadır" demişti.

"Konseyimize kastedenler cezaevinde kurşuna dizilsin"
Yine "Kenan Evren'in Anıları" adlı kitapta geçen, daha öncesinde de 25 Aralık 1990 tarihinde Milliyet gazetesinde tefrika edilen anılarda açıklandığı üzere, Evren, kendisi ya da Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden herhangi birinin suikaste uğraması durumunda, suikasti gerçekleştiren örgütün hapisteki elemanlarının kurşuna dizilmesi yolunda emir vermişti.

Banner Maker

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 5 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol