<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Üniversiteye Rektör mü A.Ş.’ne CEO’mu seçiliyor?

Üniversiteye Rektör mü A.Ş.’ne CEO’mu seçiliyor?-V CEM TERZİ

Şirketleşen üniversitede bilim insanı toplum yararına mı çalışıyor? 

Çıkar çatışmaları özellikle tıp alanında çok sık karşılaşılan bir durumdur.  Yeni ilaçların insanlar üzerinde denenmesi ile ilgili yılda ortalama 60 000 çalışma yapılmakta, bu araştırmalara 14 milyona yakın insan denek olarak katılmakta ve milyarlarca dolar harcanmaktadır. Bu çalışmaları yapan bilim insanları ile ürünün sahibi şirketin çıkarları ve en önemlisi toplumun çıkarları her zaman aynı doğrultuda olmayabilmektedir.

Basına geniş olarak yansıyan Dr.Tseng olayında bu durum bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Scheffer Tseng, ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Harvard Üniversitesi’ne bağlı bir hastanede çalışan hekimlerden biridir. Bir göz ilacının etkinliğini araştırmak üzere çalışma yapan Dr. Scheffer Tseng ve birlikte çalıştığı hocasının bu ilacı üreten şirketin hisse senetlerini satın aldıkları ve araştırmanın ilacı desteklemeyen sonuçlarını hafifleterek rapor ettikleri anlaşılmıştır. Bu hekimler hisse senetlerini aldıkları şirketin zarar görmemesi için o şirketin ilacı ile ilgili buldukları bilimsel kanıtlarlarla oynamış ve olumsuz sonuçlarda tahrifat yapmışlardır. Kendi ekonomik kazançlarını ve ilaç şirketinin ekonomik çıkarlarını hastaların esenliğinin önüne koymuşlardır. Bu tip olayların açığa çıkması ve kamuoyunun haberdar olması çok zordur. Ancak bu tekil örnek bile araştırma sisteminin ne durumda olduğu hakkında çok ciddi bilgi vermektedir.

Bir diğer olay 1999 yılında yaşanan Jesse Gelsinger olayıdır Bu hastaya Pensilvanya Üniversitesi’ne bağlı bir enstitüde gen tedavisi uygulanır. On sekiz yaşındaki Jesse Gelsinger bu deneysel tedavi sonrasında ölür. Enstitü başkanının, gen tedavisi araştırmasını yöneten kişi olması ve aynı zamanda araştırmayı finanse eden şirketin büyük ortaklarından biri olması yapılan tedavi ve hasta güvenliği konusunda kamuoyunda ciddi rahatsızlıklar yaratmıştır. Hastaya uygulanacak tedavi başarılı olduğunda bundan çok ciddi ekonomik kazanç elde edecek bir bilim insanı acaba hasta güvenliğini ne kadar önemser?

Bilim adamları ısrarla, kendilerinin ticari ilişkilerinin yaptıkları bilimsel araştırma sonuçlarını etkilemeyeceğini öne sürerler. Ancak bu doğru değildir. Yapılan araştırmalarda,  çalışmacılar ile endüstri arasında ticari ilişki olduğu durumlarda firmaların ürettikleri ilaçlar lehine sonuç veren yayın sayısının çok daha fazla olduğu pek çok çalışmada gösterilmiştir.

Firmaların desteklediği çalışmalarda, istenilmeyen sonuçların (ilaçların olumsuz etkileri gibi) rapor edilmesi bağımsız çalışmalara kıyasla çok daha azdır.

Araştırma sistemindeki çıkar çatışmalarının birçok soruna yol açtığı bilinmesine rağmen bunları önlemeye yönelik yeterli önlem alınmamaktadır. 2000 yılında yapılan bir çalışmada, ABD’deki 250 tıp fakültesinden yalnızca 3’ünün çalışmacılara, araştırmaya giren hastalara araştırma öncesinde ilaç endüstrisi ile ticari bir ilişkileri varsa bunu açıklama zorunluluğu getirmiş olduğu saptanmıştır. Diğer 247 tıp fakültesindeki çalışmalarda denek olan hastalar, hekimler ile firmalar arsında ticari bir ilişki olup olmadığını bilmeden araştırmalara katılmaktadır. Bu kurumların sadece % 7’si bilim adamlarına çalışmalarını yayınlarken ticari ilişkilerini açıklama zorunluluğu getirmiştir.  ABD’deki önde gelen 10 tıp fakültesinden (bu üniversiteler çok ciddi miktarlarda devlet desteği almaktadır) yalnızca 1‘i,  kurumunda çalışan bilim insanlarının ciddi ticari bağları olan firmaların ilaçları (ürünleri) ile ilgili araştırmalar yapmasını kısıtlamıştır.

Endüstri, finanse ettikleri bilimsel çalışmaların sonuçlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek için çok çeşitli yollara başvurmakta, gerektiğinde çalışmacılara baskı uygulamaktan çekinmemektedir. Kaliforniya Üniversitesi’nden Dr. Betty Dong olayı böyle bir örnektir. Bir ilacı aynı jenerikte (içerikte) daha ucuz ilaçlarla etkinlik açısından karşılaştıran bir çalışma yapması için üretici şirket tarafından Dr. Bety Dong’a bir araştırma projesi hazırlatılır ve bu proje şirket tarafından finanse edilir. Çalışmada bu ilacı desteklemeyen sonuçlar elde edilir. Şirket, sonuçların yayınlanmasını ve diğer hekimlerin kamuoyunun bu bilgileri edinmesini istemez ve Dr. Dong’a çalışmayı yayınlamaması için baskı uygular. İlaç şirketi özel bir soruşturmacı görevlendirerek çalışma sonuçlarını yeniden inceletir. Dong çeşitli metodolojik hatalar yapmakla suçlanır.  Dong, çalışmayı yayınlanmak üzere bir dergiye göndermek istediğinde şirket tarafından mahkemeye verilmekle tehdit edilir. Çalışma öncesinde tarafların imzaladığı sözleşmede şirketin onayı olmadan çalışma sonuçlarının yayınlanamayacağına dair bir madde vardır.  Üniversite, Dong’u böyle bir sözleşme imzalamaması için uyarmadığı gibi süreçte de destek olmaz.  Dong ile şirket arasındaki savaş yıllar sürer. Dong çalışması tam 7 yıl sonra yayınlatabilir. Bir ilacın işe yaramadığı gibi olumsuz etkilerin olduğuna dair bilgi 7 yıl kamuoyundan saklanmış olur.

Diğer bir dramatik örnek, Prof. Dr. Nancy Olivieri olayıdır. Toronto Üniversitesi’ne bağlı bir hastanede çocuk hastalıkları kliniğinde çalışan Olivieri, Kanada’nın büyük ilaç firmalarından Apotex’in ürettiği bir ilacı talessemi hastalarında denemek üzere bir araştırma planlar. Araştırma finansmanı Apotex tarafından sağlanır. Olivieri’ye çalışma sonuçlarını yayınlamadan önce firmanın onayının alınması gerektiği koşulunu içeren bir sözleşme imzalatılır. Olivieri bu sözleşme de dahil olmak üzere çalışma protokolünü hastanenin lokal etik komitesine sunar ve buradan onay alır. Çalışmada bu ilacın talessemi tedavisinde daha az etkin olduğu ve bazı potansiyel zararlı etkilerinin bulunduğu sonucu elde edilir.  Şirket, Prof. Olivieri’yi sonuçları yayınlamaması için imzalanan sözleşmeyi öne sürerek tehdit eder; Olivieri’yi çalışma protokolüne tam olarak uymamakla suçlar. Toronto Üniversitesi Olivieri’ye destek olmaz. Hastane yöneticileri, Prof. Olivieri’yi hastane kurallarına uymamakla suçlayarak bölüm başkanlığı görevinden alır. Olayla ilgili yasal sürecin başlamasından kısa bir süre sonra, üniversite ve hastanenin bu ilaç şirketinden yüklü miktarda bağış almak üzere görüşmeler yapmış olduğu ortaya çıkar. Yargı süreci yıllarca sürer. Çok sayıda bilim insanı bu olayda Olivieri’yi destekler ve nihayetinde üniversite devreye girmek zorunda kalır.  Olivieri’nin haklı olduğu anlaşılır, itibarı ve hastanedeki pozisyonu yıllar sonra iade edilir. 

Yukarıdaki değinilen, basına yansıdığı için kamuoyunun bilgisi olmuş örnekler dışında, araştırma sistemindeki çıkar çatışmalarının yarattığı sorunları gözler önüne seren bir çok çalışma vardır. Pasif sigara içiciliği, tütün endüstrisi ile bağı bulunan bilim insanlarının yayınlarında %74 oranında, tütün endüstrisi ile bağı bulunmayan bilim insanlarının yayınlarında ise yalnızca %13 oranında zararsız bulunmuştur. Diğer bir çalışma, kanser tedavisinde kullanılan ilaçlarla ilgili olumsuz sonuç bildirme oranını, kar amacı gütmeyen kurumların desteklediği araştırmalarda, %38, ilaç şirketlerinin desteklediği çalışmalarda ise  %5 olarak saptamıştır.

Tüm bu veriler, endüstri ile üniversiteler ve bilim insanları arasındaki ticari ilişkilerin yol açtığı ciddi sorunları açıkça ortaya koymaktadır. 

Bilimsel araştırma siteminin bu denli ticarileştiği bir ortamda, günümüz araştırma sisteminin ürettiği her bilgiye, kuşku ile yaklaşmak gerekmektedir. Bilim ve bilimsel üretim ticarileştikçe kuşku ve güvensizliği beslemektedir.

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 15 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol