<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  "Filistin'in Nâzım Hikmet'i"

 

"Filistin'in Nâzım Hikmet'i" KEMAL ÖZER

Mahmut Derviş'in ölümü, dünyada olduğu gibi ülkemizde de çeşitli yankılara yol açtı. Bu yankıların çoğu, belirli haber kaynaklarından dolaşıma çıkarılan bilgilere, yorumlara dayanıyordu. Adı ülkemizde bilinen bir ozandı Mahmut Derviş, şiirleri dilimize çevrilmişti, Nâzım Hikmet Ödülü de verilmişti hatta. Üstelik Filistin'le ilgili gelişmelere göre kimi zaman sıkça gündeme getirilirdi.

Ama anılmalarında, daha çok yaşam öyküsünün siyasal yaşamla iç içe birtakım ayrıntıları üzerinden konuşulurdu. Buna karşılık, yazdığı şiirlerin başarılı çevrildiğini, ülkemizde sanatsal başarısının yeterince algılandığını söylemek zordu. Çeviri alanında, Arapça bilmek onu çevirmek için yeterli sayılıyordu ne yazık ki.

Oysa sesi, seslenişi öne çıkaran, coşkulu bir söylemi, çağdaş görünümlü bu söylemin Arap şiir geleneğinden kaynaklanan özellikleri vardı. Arapçadan yapılan çevirilerinde bu özelliklerini yansıtacak bakışı göremiyordunuz. Geriye yalnızca sözel bir aktarma kalıyordu. Önemini ve değerini, yaşam serüveniyle savaşımcı kimliğinin ötesinde kavramanıza olanak bırakmadan.  

Ölümü üzerine gündeme gelen yankılar, bütün bunları bir kez daha anımsattı. Ama benim asıl üzerinde durmak istediğim, “Mahmut Derviş Filistin'in Nâzım Hikmet'idir” yakıştırması oldu. Bu başlık altında yazılanlara baktığımızda, sözünü ettiğimiz genellemelerle karşılaşıyor, yaşam serüveni ve savaşımcı kimliği dışında sanatının özelliklerine değinilmediğini görüyoruz.

Nâzım Hikmet'le Mahmut Derviş arasında kurulacak bağıntı çok yüzeysel kalıyor böylece. Her ikisinin de ülkesinde yasaklanmasına karşın halklarınca sahip çıkılması, her ikisinin de sürgünde yaşarken bile şiir yazmayı sürdürmesi vb gibi birkaç saptamayla yetiniliyor. Sanatları arasında birbiriyle örtüşecek ya da birinin ötekine kaynaklık edecek özelliklerine değinilmeden.

“Filistin'in Nâzım Hikmet'i” yakıştırması yapılırken, Mahmut Derviş'in genellemeler dışında sanatsal kimliğiyle kavranamadığını görmek nasıl önemli bir göstergeyse, Nâzım Hikmet'in (ayırıcı niteliklerini, bu niteliklerin temelinde yer alanları değerlendirir düzeyde) kavranamadığını görmek de öyle, hatta daha önemli bir gösterge.

Bu gözlemleri yaptığımız, bu gözlemlerin çağrışımlarına kapıldığımız günlerde, aldığımız bir haberin heyecanı daha da etkileyici oldu. Bu bir girişim haberiydi ve Nâzım Hikmet'le ilgiliydi. Kurulması düşünülen Nâzım Hikmet Akademisi'nin tasarımına ilişkin ayrıntıları içeriyordu. Heyecan, böyle bir gereksinimin duyulması kadar, gereksinimin NHKM çatısı altında giderilmek istenmesinden de kaynaklanıyordu.

Kuşkusuz bu girişim, ilkeleri ve hedefleriyle tartışmaya açılacak, ayrıntıları inceden inceye gözden geçirilecektir. “Filistin'in Nâzım Hitmet'i” yakıştırmasından yola çıkarak ilk söyleyeceğim, başıboş yargılara alanı bırakmamak için Nâzım Hikmet'i ve onun bütün yaşamıyla/yapıtıyla içererek temsil ettiği sanatsal değerleri temellendirmeye yönelik bu tür çalışmaların bir çatı altında toplanmasının önemli bir gelişme olacağı. İkinci söyleyeceğim de, klâsik akademisyen tutumuna bağlı kalmayan, yani yaşamın olanca canlılığı içinde, o canlılığı üretime dönüştürecek biçimde bir akademik çalışmayı hedefliyor olacağı.

Girişimin amacıyla ve hedefleriyle ilgili ayrıntılara başka bir yazıda değinmek üzere.

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 12 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol