Kriz ve Olasılıklar METİN ÇULHAOĞLU
Doğrusu insan bu işte bir oyun olup olmadığını düşünmeden edemiyor.
“Küresel finans sistemi” ağır bir krize girdi ya, ortalık “Marx geri döndü”, “Marx demişti” türü sözlerden geçilmiyor. Bir yanıyla iyidir: Kapitalizmin defoları ayan beyan ortaya çıktığında insanların aklına 150 yıl sonra bile Marx’tan başka kimse gelmiyorsa bunu bir kenara not etmek gerekir.
Ama işin başka bir yanı da var. Sağda solda yazılanlara bakılırsa, Marx kapitalizmin gün gelip kendi kendine pat diye çöküvereceğini söylemiş. Nasıl mı? Örneğin, 1983 yılında Diyarbakır’da Hicret apartmanının çöktüğü gibi. “Çöküş” derken ABD’deki İkiz Kuleler örneğini vermiyorum, çünkü orada “dış etken” vardı.
Kapitalizmin kendisinin (belirli bir rejimin, düzenlemenin vb. değil) böyle “çökmeyeceğini” aklı başında herkesin biliyor olması gerekir. Ama böyle olacakmış gibi gösteriliyor. “Oyun” kuşkusu uyandıran da bu. Kimileri, “Marx demişti” furyasının ardından ellerinde davulla bu kez “Marx bir kez daha yanıldı” duyurusuna hazırlanıyor olabilir.
* * *
İşin bu yanı o kadar önemli değil.
Asıl önemlisi, ortada gerçekten bir krizin olması. Üstelik bu kriz kapitalizmin daha önceki dönemsel gerilemelerinin çoğundan farklı bir özellik de taşıyor. Daha önceki durgunluk/daralma/kriz dönemleri, toplam gelir içinde emeğin payının görece arttığı genişlemeci dönemleri izlemişken, bu seferki kriz gene bir genişleme döneminin ardından geliyor; ama bu kez emeğin payının son 15-20 yıldır azalmakta olduğu bir dönemin ardından.
Özetle, bu krizde emekçi sınıfların ve dar gelirli diğer kesimlerin maruz kalacakları gelir erozyonu (kuşkusuz işsizlik boyutu dahil) önceki dönemlere göre daha fazla olacak gibi görünüyor.
Bu durumun, dünyada işçi ve emekçi kesimleri ne tür tepkilere yönelteceği konusunda buradan, Türkiye’den tahmin ve öngörülerde bulunmak olanaksız denecek kadar güç. Ancak, Türkiye için kimi olasılıklardan söz edilebilir.
Denemekte yarar var.
* * *
Kimilerine göre pek sevimli bir şey olmasa da, elimiz bağlıdır ve biz de böyle yapmak zorunda kalacağız. Güncel durumu veri alıp buradan çeşitli olasılıklar türetmek kuşkusuz insanlara daha çekici, “somut” ve “pratik” gelecektir. Ne var ki, böyle bir yaklaşımın, uçları bir araya getirilemeyecek ölçüde dağınık ve rastgele öngörülere çanak tutma gibi bir riski de vardır. Bu belirsizliklerin bir disipline veya çerçeveye oturtulması ise, işin içine bir ölçüde “bilimsellik” katılması anlamına gelir. Böyle bir “bilimsellik” için yanıtlanması gereken soru da şudur: Kriz dönemlerinde, Türkiye’deki emekçi sınıfların tepkileri belirli bir sistematiğe oturtulabiliyor mu? Bu tepkilerden hareketle belirli bir “örüntü” çıkarmak mümkün mü?
Yakın geçmişe, daha doğrusu son 30 yıllık döneme bakıldığında, kuşkusuz önümüzdeki yakın geleceğin olasılıklarını bire bir belirlemeyecek, tartışmaya açık, ama gene de mutlaka dikkate alınması gereken iki genel eğilim veya “örüntü” ortaya çıkıyor.
Birincisi: Türkiye’de ekonomik gerileme, durgunluk ve kriz uğrakları, salt kendi dinamikleriyle alındığında, geniş halk kesimlerini sola değil sağa yönlendirmektedir.
İkincisi: Türkiye’de ekonomik gerileme, durgunluk ve kriz uğrakları, geniş halk kesimlerinde birtakım tepki ve hoşnutsuzlukları tetiklemektedir; ama bu tepki ve hoşnutsuzluklar, siyasal davranışlara kırılmalarla, özel dolayımlarla ve dar odaklanmalarla yansımaktadır.
Burada kuşkusuz mutlak, tarih üstü bir determinizmden söz etmiyoruz; ancak, genel olarak bakıldığında, yukarıdakilerden birincisinin pek “hayırlı” bir duruma işaret etmediğini, ikincisinin ise sol açısından özel bir dikkat gerektirdiğini kabul etmek durumundayız.
Türkiye’de 1970’lerdeki sol yükselişin önünün salt 12 Eylül darbesiyle mi kesildiği, yoksa bundan önce, 1978-79 yıllarında ortaya çıkan bir inişin mi söz konusu olduğu tartışılabilir. Ancak, titiz bir geriye bakış, soldaki gerilemenin aslında 78-79 ekonomik darboğazları ve yokluklarıyla zamansal olarak eşleştiğini gösterecektir. Daha sonra, ekonominin 1994 yılında tosladığı duvar, 1995 Gazi olayları ve 1996 1 Mayısının ardından solun üzerine çullanan genel bir gericilik dalgasına zemin oluşturmuştur. Nihayet, 2001 “Anayasa fırlatma” olayında simgeleşen kriz de, meydanı bu kez AKP gericiliğine açmıştır.
Tekrar edelim: Mutlak bir determinizm söz konusu değildir; ama dikkat etmekte yarar vardır.
* * *
Üç başlığı ele alalım: Emperyalizm, dinci gericilik ve piyasacılık (kapitalizm).
İşçiler ve emekçiler dahil geniş kesimler söz konusu olduğunda, emperyalizmin, temsil ettiği ekonomik-siyasal-askeri bütünlük içinde; dinci gericiliğin, emperyalizm ve neoliberalizmle organik ilişkileriyle birlikte ve piyasacığın da, temelinde yatan kapitalist üretim tarzı açısından kavranıp bilince çıkartılmasını bekleyemezsiniz.
Emperyalizm, en başta “çocuklarımızın nereye savaşmaya gönderileceği” endişesiyle, “bizi bölmek istiyor” tepkisiyle ve nihayet Filistinli ve Iraklı “din kardeşlerimize” yönelik zulümle tanınacak ve tanımlanacaktır.
Dinci gericilik, bir yerde “canım herkes dininin gereklerini yerine getirsin” hoşgörüsüyle karşılanacak, bundan ötesi ise “ne yani bir şimdi şunu yapamayacak mıyız” tepkisini tetikleyecektir.
Piyasacılık ve kapitalizme geldiğimizde ise, bu olguların popüler tepkilere ön açan en baştaki dolayımı, yolsuzluk, hırsızlık ve “yiyicilik”tir. Şöyle de söylenebilir: İşsizliği de, yoksulluğu da sineye çekebilen insanımızın ayranı, en başta yolsuzluk, hırsızlık ve yiyicilik olaylarına tanık olduğunda kabarabilmektedir.
“Bu iş” böyledir ve daha fazlasının olacağı günleri beklemek yerine buradan yürünmesi gerekmektedir.
* * *
Bütün bunların üzerine, önce “Kürt sorununu”, bir de beş ay sonraki yerel seçimlerin olası sonuçlarını ekleyelim.
Ne çıkıyor?
Solun, kendiliğinden yönelimleri belirli bir mecraya, sol tepki ve hareketliliğe kanalize etmede başarısız kalması durumunda ne çıkacağı bellidir: Yerel seçimlerde ister gerilesin ister oylarını artırsın, daha da otoriter, hatta kimi yönleriyle faşizan denebilecek bir AKP iktidarı...
AKP iktidarının, Türkiye ekonomisinin bugünkü uluslararası entegrasyonunu daha güvenceli ve korumalı alanlara çekme gibi bir gücü de niyeti de yoktur. Böyle devam edecek, tepkilerin üzerine de sert biçimde çullanacaktır.
“Yolsuzlukların ve hırsızlıkların üzerine giden iktidar” imajını tazeleyecek girişimlerde bulunurken, otoriter önlem ve müdahaleleri bu gerekçeyle ön plana çıkaracak, bir taşla iki kuş vurmuş olacaktır.
Kürt sorununda ve “Kuzey Irak” geriliminde ABD çıkarları doğrultusunda daha ileri adımlara hazırlanırken, krizin tetikleyeceği öfke ve tepkileri bu noktaya yöneltecek, işsizlik ve yoksulluğu bir türlü bitmeyen “Kürt sorunu” ile ilişkilendirecek, “akan kanı durdurmaya” niyetli iktidar imajıyla birkaç kuş birden vurmaya çalışacaktır.
Orta sınıflara ise şu mesajı verecektir: “Tamam, şeriat falan getirmeyeceğim; ama ekonomik kriz ve Kürt sorunu gibi hassas meseleler ortada dururken, siz de daha otoriter bir rejime hazır olun.”
Bugün görüldüğü kadarıyla işler buraya doğru gitmektedir. |