<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  "Frankfurt Balonu"nun Havacıları

 

"Frankfurt Balonu"nun Havacıları NİHAT BEHRAM

Frankfurt Kitap Fuarı öncesinde ileriye bakarak, bazı konularda uyarılar yapmaya, bir şeyler söylemeye çalışmıştık. Tavrımıza gösterilen genel yaklaşım ‘tepki’ olmuştu. Bunu daha da ileri götüren kimi çevreler tavrımızı, ‘kendi ayağına kurşun sıkmak; devleti, ülkeyi, hükümeti, birbirine karıştırmak; Türkiye’nin çıkarını görememek’ türünden sözlerle de nitelenmişti.Bir kısmı ise, ese gürleye, ‘biz ne güneyiz, bizim olduğumuz yerde devrimci duruş sergilenir’ türünden celallenmişti! Fuar bitti. Şimdi geriye bakalım:

Bu fuarda Türkiye kültürünün seviye çıtası, ustaca bir tezgâhla aşağı çekilmiştir. Seviye düşüklüğü, ‘seviyesizlik’ anlamındadır. Kültürümüzün seviyesi, O.Pamuk şemsiyesi altında sunulmuştur.Böyle olacağını görmek çok zor değildi. Türkiyeli aydın da buna zaten çok önceden teslim olmuştu. Bu sonuca ‘kazasız belasız’ ulaşmanın önündeki biriki engel de, fuar öncesinde ustaca ‘bertaraf’ edildi. Tedbirlerin ilki, ‘Nâzım Hikmet Oratoryosu’nun iptaliydi. Cumhurbaşkanları Gül’ün, bir yanında bilim ve çağdaşlığın düşmanlık simgesi türbanıyla eşi, diğer yanında ‘kapitalizmin küreselcilik sözcüsü’ Alman Bakan, arkasında Orhan Pamuk’la fuarın dünyada en çok yankı yaratacak ‘ilk gün açılış gösterisi’nde Nâzım Hikmet’e kendini ‘ezdirmeyeceği’ belliydi. Kültür Bakanı bunu, konuşmalarında ağzından kaçırsa da, konumları ve kuruluş nitelikleri nedeniyle demokrasi sözcülüğü yapmaları gereken hazırlık komiteleri, tam tersini yaptı, yani Bakan’ın ‘ağzından kaçırdığı açıklara örtü’ oldular. Oratoryonun bestekârı arkadaşımız dahi, olayın vahametini yeterince anlayamadı. Kendine yönelik ‘sınırları’ içinde ‘tepki’ gösterdi. Oysa, oratoryonun iptali operasyonu, Fazıl’a değil Nâzım Hikmet’e, Nâzım’ın şahsında sosyalist düşünce içerikli kültür seviyemizeydi. Fazıl’ın iki eseri yasak yemişti. Önceki Metin Altıok konuluydu. Orada yapılan da Fazıl’a yönelik değil, Metin’e ve Metin şahsında ‘Sivas mezallimine’ karşı bir operasyondu. Fazıl’ın fuardan biriki gün önceye kadar, medyada ‘hâlâ vaktiniz var, bütçeyi de sorun etmeden gelip Nâzım’la açılışı yapabilirim’ çıkışları, bu anlamda ‘naif’ çıkışlar olarak kalmaya mahkumdu. Sonuçta, Cumhurbaşkanları Gül, türbanlı eşi ve ‘demokratikleşme’ ve ‘rejim muhalifliği’ ölçüsü ‘AB kriterlerine’ ayarlı Orhan Pamuk’la, fuarı açtı. Türkiye aydını, sessiz ve tepkisiz bu görüntü ardında saf tuttu. Açılışa ilişkin Alman TV sinden bir yorumcu, “Türkiyeli laikizm yandaşları, yazar ve aydınların türbana ilişkin tepkisi fuarda uzlaşma resmi verdi!’ diyordu. Tesbit doğruydu. Ne yazık ki, Türkiyeli aydın adına utanç manzarası olarak doğruydu. 

Cumhurbaşkanları Gül’ün eşi ‘first lady’leri türbanlı Hayrinüssa Hanım’a, bu işin provasını daha önce, kendi himayesinde düzenlenen ‘Sultanahmet Kitap Şenliği’nde yaptırmışlardı. Kimi sol yayınevi ve yazarlar bu şenlikte de Frankfurt’takine benzer ‘mazeretler’le figüranlık yapmışlardı.

Bu fuarın bütünüyle bir ‘ticari arena’ olduğunu söyleyerek ve bu amaçla katılanlara sözüm yok. Daha doğrusu önem sıralamasında ‘sırası değil!’ Fuara, ‘kültürümüzün dünyaya temsili, Nâzım sesi olmak, kültür çıkartması yapmak, devrimci kaygılarla gidiyor olmak’ gibi söylem ve açıklamalarla gidenlere gelince: Türbanlı First Lady’lerinin arkasında tepkisiz açılışa ve kokteylere katılan, stantlarında protokol gülücükleri dağıtan, açık biçimde bu ‘fotoğrafı’ protesto etmeyen herkes, dinci gericiliğe aksesuarlık ve figüranlık yapmıştır. Baş oyuncu Orhan Pamuk’tur. Evet bu fuarın baş oyuncusu Orhan Pamuk olmuştur. İlk günden son güne dek, ülkenin ‘kültür ve muhaliflik’ seviyesinin ve ‘alışveriş’ trafiğinin baş aktörü Orhan Pamuk olmuştur. (Seviye tanımı burada da seviyesizlik anlamındadır.) AB’nin ‘demokrasi için çalışmamız gereken derslerimiz’ başlıklı görüşleri, bir kez daha ve bu kez en geniş biçimiyle dünya medyasında dillendirilmiş, ılımlı islam’a ‘uyumlu’ fotoğraflar verilmiştir. Tabiki: yine, emperyalizmin coğrafyamızdaki kanlı varlığına değinmeksizin, kapitalizmin hesaplarından söz etmeksizin. Avrupa’da yaşayan ve  Avrupa medyasını izleyen biri olarak söylersem:‘yardımcı akt’ larda öne çıkarılanlar ise, Elif Şafak, Perihan Mağden türü ve seviyesindeki yazarlardır. Diğerleri ‘tadımlık eşentiyon’biçiminde, ‘silik renkler’ olarak kalmıştır. Dahası var: fuar günlerinde ‘Taraf’ gazetesi ve yöneticileriyle de Alman TV si ‘Çongar-Altan şovları’ türünden uzun röportajlar yayımlamıştır. Bütün Avrupa medyasında, Türkiye’nin ‘bütün renklerine’ baskın olarak öne çıkarılan renk ‘yeşil’dir. Kültür Bakanlığı fuar süresince İngilizce ve Almanca çevirttiği dini kitapları bedava dağıtmak gibi bir dizi hazırlıkla bunu pekiştirmiştir. Katılımcı yayınevleri oranında, ne idiği belirsiz dini ve dinci yayın ve yayınevleri yarıdan fazlayı oluşturmuştur. Etkinlikleri de öyle. Bir zamanlar Avrupa’da ‘İnce Memet’adıyla efsaneleşen, kültürümüzle özdeşleşen Yaşar Kemal de, Nâzım’ın da ‘göstermelik temsil’lerde kalmıştır. Popüler adların konuşmacı olduğu, Vedat Türkali gibi anıt yazarlarımıza ilişkin toplantıların önemi vurgusuzluktan, 15-20 gurbetçinin izlediği toplantılar olarak kalmıştır. Orhan Kemal’den S. Ali’ye, A.Arif’e dek sosyalist içerik dışlanmıştır. Sunulan şey, esas itibariyle: din motifli, türban ambalajlı bir ‘kültür’ olmuştur. Kültür ve Turizm Bakanı, tali işi olan ‘kültür’le değil, vitrin işi olan ‘oryantal turizm’ işleviyle iştigal etmiştir. Fuar günlerinde, bir dönem dünyada kültür efsanemiz olan Yaşar Kemal, halk diliyle tanımlarsak, bu manzaralar karşısında ‘ayıkmış’ ve ‘umutsuzluğunu’ dile getirmiştir. Ama, ‘artık aklı başında’ olan sesini, Avrupa’da ‘bizden başka’ duyan olmamıştır.

Türkiye’de omurgasız, dönek kesimin bir taktiği var: ağızlarını açtıkları anda ‘Kürt ve Ermeni sorunu’ diye başlarlar konuşmaya. Kürt ve Ermeni sorunlarını da devrimci mücadeleden ayrı düşünmeyen ve bu sorunlara gerçek sesini arayan devrimcilere, marksistlere, gerçek yurtseverlere ve demokrasi savaşçılarına saldırarak yaparlar bunu. ABD ve AB tezleriyle örtüşerek yaparlar. Soruna, sosyalist özden, anti-emmperyalist anlayıştan soyut bakan bu tutumun Avrupa’da sırtı da sıvazlanır. Fuar süresince Avrupa medyasınca dünyaya sunulan da aynısı olmuştur. Daha da ötesi var: Türkiye’nin kültür ve muhalefet sözcüsü gibi sunulan O.Pamuk, ABD de yapıldığını tahmin etttiğim ve bir Alman TV sinde yayınlanan röportajında, “Türkiye’de birlik kültürü yoktur!’ diye bir kavram ortaya atmıştır. Bir bakıma, ‘bölünme koşulları olgunlaşmıştır’ anlamına gelen ve bölünmeleri öncesinde Yugoslavya gibi ülkelerde neoliberallere bolca söyletilen bu türden sözleri O.Pamuk Türkiye için seslendirirken ne söylediğinin farkında mıydı? Ona bu sözü kimin ve ne hesaplarla söyletmiş olduğunun ortaya çıkarılması gerekmiyor mu? Felsefesi anti-militarizm ve hangi görüş ve inançtan olursa olsun insanların birliğini savunan, her inanç ve kültürün saygısı olan Mevlana’yı çıkarmış; Rum, Ermeni, Kürt, Laz tiplemeleriyle her din ve her dilden halkın birlikte eğlencesine simge Karagöz-Hacivat’ı çıkarmış; Şeh Beddrettin’i, Yunus’u, Pir Sultan’ı çıkarmış; T.Fikret’ten Nâzım’a, Dadal’dan Yaşar Kemal’e dek insanlığın kardeşliğine, halkların birlik ve birlikte özgürlüğüne, zalime karşı mazlum halkların ortak gücüne binlerce yıl hizmet etmiş nice seçkin kültür seslerini yaratmış ve ölümsüzleştirmiş bir coğrafyadan, sadece emperyalizmin kapıkulu, işbirlikçisi gerici, ırkçı siyasi rejim temsilcilerinin, pompalamalarını ölçü alarak, ‘birlik kültürü yok’ diye söz etmek, öyle kolayca üstünden geçiliverecek bir durum değildir. Hele ki bunu ABD emperyalizmi konusunda söz söylemeyen biri seslendiriyorsa. Birlik kültürü, emekçilerin ve Anadolu mazlum halklarının, ölümsüzleştirdiği kahramanlarıyla da bu coğrafyada yaşata geldiği bir şeydir. Buna düşmanlığı o coğrafyanın kültüründe değil, sömürgeci güçler ve onların kapıkulu sistemlerde aramak gerekir. Gerisi, bu coğrafyaya için planlanan tuzağa ‘erketelik’tir. Frankfurt Kitap Fuarı vesilesiyle, fuar günlerinde, ‘Türkiye kültürünün çağdaş temsilcisi’ olarak sunulan O.Pamuk, bu konuda da ‘temsilcilik’ yapmıştır. Karşısındaki sessizlik ‘onaylama’ anlamındadır. 

‘Bütün derinliğiyle’ olgusu üstüne ‘bütün renkleriyle’ adıyla bir örtü örtülerek gidilen bu fuardan esas olarak dinci, gerici sistem kârlı çıkmıştır. Su bulandırıldı mı derinlik görünmez. Türkiye sol aydını ‘toplu tepkisizlik’ fotoğrafı vermiştir. Bulanık suya balıklama dalmışlardır. Hazırlık komitesi sözcülerinin de söylediği gibi, ‘yayınevleri ve yazarlar ticari çıkar elde etmiş’tir. Doğru: ‘kazanç’ bir de bu açıdan kazançlı çıkanlar olmuştur. Onurlu aydın duruşu  ve nitelik değil, ticari kazanç önemli olmuştur. Gitme gerekçelerine, ‘ülke menfaati, Türkiye tanıtımı, devrimci muhalefetin sesi olmak’ gibi giysi biçenler, narın kabuğuyla oyalanmıştır. Narın tanelerini, ‘pamukizm’ yemiştir. ‘Öz’ unutulmuş, ‘köpükle’ oyalanılmıştır. Türkiye’de fuara ilişkin haber veren ‘sol’ yayınlar bile yazık ki, bu manzarayı ‘burjuva medyası’ dahası ‘dinci medya’yla’ aynı perspektiften ve aynı dille vermiştir. Kendi memleketimizde Gül’ün Cumhurbaşkanlığı yemeğine katılmayan sanatçıların onurlu çıta seviyesi, bu kez dünyaya karşı ‘türbanlı eşi’nin ardında, hem de ‘uluslararası bir kültür alanında’ tepkisiz saf tutarak düşürülmüştür. Batı medyasında tek olumlu ses, sınırlı da olsa yayın organlarında yer alan, ‘Türkiyeli yirmi entellektüel, iktidar ve kültür politikalarını, türban ve son dönemlerde iyice yoğunlaştığını söyledikleri dinci, gerici baskıları protesto olarak fuarı boykot ettiler’ haberleri olmuştur. Bu tepki, aydınlarımızın toplu tepkisi olmuş olsaydı, sonuç ne olurdu? Onur mu onursuzluk mu? Fuar öncesinde sorduğumuz bu soruyu, bir kez de fuar sonrasında anımsatmak gerekli olmuştur. Susana da, yanlışını savunan kadar yazıklar olsun!

Öncesinde esip gürleyen, ‘Frankfurt balonu’nun ‘havacıları’, bu her yanı acıyla kuşatılmış karanlıkla çevrilmiş gündem ortasında, çıktıkları bu ‘golf turnuvası’ sonucunu nasıl değerlendiriyorlar, doğrusu, merak konusudur? 

Nihat BEHRAM / Ekim 08
 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 19 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol