<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Bana Bürokratını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim II

Bana Bürokratını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim II AHMET ALPAY DİKMEN

İki ay önce emeğin vasfı tartışmasını bürokrat ve bürokratik elit üzerine çevirmeye çalışmıştım. Bu ay bu noktadan devam etmek istiyorum.

Emeğin vasıf tartışmaları genellikle eğitim seviyesi ve teknoloji üzerinden yürütülegelmektedir. Yeni teknolojilerin daha yüksek eğitim gerektirdiği, dolayısıyla daha vasıflı emeğe ihtiyaç duyduğunu savlayan liberal okul karşısında, teknolojik gelişmelerin otomasyonu artırarak işbölümü ve uzmanlaşmayı derinleştirdiği, dolayısıyla emeği iş sürecine ve makinaya daha çok bağımlı kıldığını savlayan Harry Braverman temelli eleştirel yaklaşım arasında gidip gelmektedir.

Belki Bravermangil eleştirel yaklaşıma bir yama yapmaya çalışarak, tekelci kapitalizmin sanayii ile küresel kapitalizmin post-sanayi üretim teknolojilerinin insan aklında yarattığı tahribat arasında bir fark gözetmeye çalışmanın faydalı olabileceği kanısındayım. Bu farkı kısaca ve en basit biçimiyle şu şekilde anlatabilirim: Tekelci kapitalist sanayiin üretim örgütlenmesi karşısında insan acizdir. Dev fabrikalar, ‘görünür’ bacaları ve yüksek fırınlarının azameti karşısında insanı ezmekte, kendisine hayran bırakmakta ama buna rağmen ‘görünür’ fiziksel bir gücü meşrulaştırmaktadır. Bu dev güce karşı koymanın yolu da dev emekçi örgütlenmelerinden, kitlesel eylemliliklerden geçer. Sanayi toplumunun ‘görünür’ özü emekçileri daha materyalist ve örgütlü bir sürece doğru sevk etmektedir. Mekanik üretim örgütlenmesini ve elektro-mekanik üretim araçlarını anlamak mümkündür ve üstelik anlamaya çalışmak da ayrıca zevkli bir faaliyettir. Kapitalist üretim örgütlenmesi ve üretim araç gereçleri, bütün azametine rağmen, kavranabilir bir yapıdadır.

Küresel kapitalizmin üretim örgütlenmesi ve nümerik temelli (dijital) makinaları ise ‘gizli’ ve anlaşılmaz olanın iktidarını meşrulaştırır. Kavramak neredeyse imkansızdır. Bilgisayar teknolojilerini düşünün! 1-0 ikilikleri üzerinden çalışan ama çalışma mekanizmasını gizleyerek size simülatif, farklı bir dünya sunan, bu dünyada ortaya çıkan aksaklıkların nereden kaynaklandığını uzman kişilerin bile kolay kolay anlayamadığı, ‘parça tamiri’nin neredeyse mümkün olmadığı, yani arızalanan parçanın arızasının nereden kaynaklandığını anlamanın neredeyse imkansız olduğu, bu nedenle onarımların parçaların tamamen yenilenmesi yoluyla yapıldığı, kendisine müdahale edilmesi oldukça güç, bu yönüyle de ‘gizemli’ bir mekanizmayı bizlere sunar.  Hergün daha çok küçülen bilgisayar teknolojileri, arkasında hergün daha çok büyüyen ve katmanlanan büyük bir örgütlenmeyi gizler. Bu örgütlenme ulaşılamaz, tam anlamıyla kavranamaz, dolayısıyla müdahale edilemez bir yapıdaymış izlenimi yaratır. Yeni üretim örgütlenmesi, bir tür “network”tür ve bu “network”e dahil kişiler bile bu örgütlenmeyi kavramak ve bu örgütlenmeye müdahale etmek konusunda kendilerini aciz hissederler. Böyle bir üretim örgütlenmesinde emekçileri bekleyen aciz duygusu, kendilerine ve kendi örgütlenmelerine güvensizlik, süreç üzerinde söz sahibi olamayacaklarına inanma ve bir tür ‘teslimiyet’tir. Sürece ve süreci kuran ‘gizli özne’ye bir tür teslimiyet, onun standartlarına körü körüne uyma isteği... Bir yanda ne zaman ne yapacağını kimsenin de tam olarak bilmediğine inanılan ‘tanrılaşmış’ bir ‘piyasa’ algısı, diğer yanda ‘hikmetinden sual olunmaz’ uluslararası standartlar...  ‘Piyasa tanrı’ ve ‘peygamber-uluslararası standartlar’ın sözünden çıkmazsan kazançlı çıkacağına, ‘ödüllendirileceğine’ olan inanç.

İşte bizim bürokratik elit için ‘zamane’ tanrı ve peygamberler bunlar haline gelmiştir. Piyasa kurallarına tam teslimiyet ve uluslararası standartların ‘sünnet’ine uygun davranma yolunda hareket etme... Bunu yaparken de mümkün mertebe sorgulamama. Çünkü yeni tanrı ve peygamberleri sorgulamak bir tür ‘küfr’ demektir, ‘mekruh’tan öte bir günahtır. Yeni tanrıların aklına hakim olmak, onlar gibi düşünmeye başlamak, ‘en-el Hak’ mertebesine ulaşmaktır. Bu yüzden yeni bürokratik elit, IMF, Dünya Bankası, OECD vb kurumların temel yaklaşımlarını hatmetmek, onların akıllarıyla birleşmek, onlarla ‘bir-olmak’, onların kavramlarını olabildiğince kullanmak ister. Hatta bir çoğu ne kadar saçma sapan şeyler bile yazarsa yazsın, yeni tanrıların kutsal dili olan ingilizcedeki kitapları, kendi ana dillerindeki kitaplara üstün tutarlar. Nasıl İslam dinine gönül vermiş kişiler olabildiğince Osmanlıca ya da Arapça kelimeleri konuşmalarının aralarına sokuşturuyorsa, yeni bürokratik elit de konuşurken olabildiğince kutsal dil olarak gördüğü ingilizceden kelimeleri konuşmalarına monte ederler. Uluslararası hiyerarşiyi tek ve mutlak görürler. Bu hiyerarşinin parçası olmak için onun kurallarına sorgusuz sualsiz uymak gerekir. Uluslararsı rekabette öne geçmek bu dünyanın standartlarına herkesten önce adaptasyona bağlıdır. O yüzden ulusalararası standartların mümkün olan en kısa sürede ülkeye taşınması elzemdir.

Belki de bu yüzden hem emekçiler arasında hem de bürokraside dindar kişilerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Yani belki de, küresel kapitalist örgütlenmenin ‘gizemli’ yapısı, emekçilerde, elitlerde, aydınlarda dini eğilimleri artırıcı yönde etki etmektedir.

Önümüzdeki ay bürokratik elitler üzerine yazmaya devam etmek üzere ‘yeni tanrılar’dan olabildiğince azade kalınız!

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 8 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol