<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Yeni Talan Kapısı:Demir Yolları

Yeni Talan Kapısı: Demiryolları AHMET ALPAY DİKMEN

Çocukluk ve gençlik yıllarıma trenler ve devlet demiryolları bir biçime damgasını vurmuştur. Çocukluğumun geçtiği kasabanın ortasından bir trenyolu geçerdi. Biz çocuklar da elbette raylarında oynamaya bayılırdık. Sonra 70li yıllarda aynı raylar ilçeyi politik olarak da ikiye ayırdı. Rayların üst tarafında kalan “Ray Mahallesi” solcuların, rayların altında kalan “Müftü Mahallesi” ise MHP’lilerin kurtarılmış bölgesi haline dönüştü.  

Tren deyince, bir de, uzun Diyarbakır yolculuklarım aklıma gelir. Her yaz Mardin’deki amcamı ziyarete giderdik. Bunun için de önce Sivas’a ulaşıp, oradan Diyarbakır’a giden kara trene binerdik. Babaannemin hazırladığı yollukların sıcağına, aynı yataklı vagonu paylaştığımız diğer yolcularla şarkılı türkülü 2 gününü sığdırırdık. Köprülerden geçerken tren hafif kıvrılır, ben de bu anlarda başımı camdan çıkartıp trenin dumanını savuruşunu seyretmeye bayılırdım. Sonra Mardin’den Mezapotamya’yı seyretmenin keyfi gelirdi. Diyarbakır’da kaçakçılar çarşısındaki porselenler, teypler, radyolar. Mardin’de altın-inci yapan ustalar... O zamanlarda “Apocular” daha yeni politika sahnesine çıkmaya çalışıyordu. Mardin’de amcamla kahvede otururken,  amcamın bir arkadaşının amcama, arap-kürt karışımı bir türkçe şive ile “seni Apocu çocuklara söylerim taş atar kafanı yararlar” deyip gülüşmeleri gelir hep aklıma.. 

Öğrencilik yıllarında Ankara Garından bindiğimiz mavi trenle İstanbul Haydarpaşa’ya “delikanlı” inişlerimiz, vapurla Karaköy’e geçip sabah kahvaltısında karaköy böreği ve çaydan algımız yorgun tat... Elbette bu arada Mavi trenin yemekli vagonunda sigara dumanı ve ağır bir uğultu arasında ilk gençlik biralarımızı yudumlarken duyduğumuz şeytani zevk de unutulmamalı.  

Mavi trenle kışın gidiyorsanız kaloriferin ayarı olmadığı için ön vagonlar sıcaktan yanar, arka vagonlar da soğuktan donardı. Gece boyu kondüktöre, kaloriferi biraz yak veya kapat diye uyarıda bulunan yolcular, bir terleyip bir donarak, sabahı sağ salim etmeye çalışırdı. 

Geçen hafta İzmir’e gitmem gerekince de aklıma yine hemen tren geldi. 2009’da yolcu taşıma işinin özelleştirileceğini hızlılı-yavaşlı bir sürü yeni tren projesinin arasına sıkıştırarak açıklamayı ihmal etmeyen AKP iktidarı trenleri henüz “özelleşip-tersten güzelleşmeden” bir kez daha tren yolculuğu yapmak istedim. Ankara-İzmir arasının  Mavi trenle 12 saat olduğunu görünce, gözlerimde eski günlere özlemden kalma buğulu/buruk bir gülümsemeyle “olsun biraz uzun ama tren yolculuğu daha rahat olur” diye kendimi ikna ediverdim. 

Çocukluk ve gençliğimin trenlerinden epeyce farklılaşmış iç tasarımı ve klimalı sistemiyle beni karşılayan mavi trene yerleşirken pek keyifliydim. Batan bozkır güneşi eşliğinde biramı yudumlarken, yemekli vagonda benimle beraber sadece 4 kişinin olması dikkatimi çekti. Oysa eskiden bir yer boşalsın da oturalım diye yemekli vagonun önünde kuyruklar oluşurdu. Menüdeki fiyatlar herşeyi anlatmaya yetiyordu.  Özelleştirmenin ‘nimetleri’ önce yemekli vagondan başlamıştı ve görece ucuz olan tren yolculuğunu seçen insanlar, belli ki bu fiyatları ödemekte zorlanıyorlardı.  

12 saat olarak açıklanan yolculuk 16 saat sürdü. Tam 4 saatlik rotar. Akla hayale sığacak birşey değil! Üstelik tren de, yolcuları Basmane Garına değil Ulukent adında Basmane’ye 1 saatlik otobüs yolculuğu mesafesinden bir yerde indirdi.. Ulukent-Basmane arasını metro çalışması dolayısıyla belediye eşmişti ve trenler İzmir’in içine kadar giremiyorlardı.  

Dört saat rotarın nedenini Ulukent-Basmane arası otobüs yolculuğunda yanına oturduğum makinist anlattı: Bütün tren hattında gerçekleştirilen yenileme çalışmaları... 

Ne mi oluyor? Demiryollarına belki de Cumhuriyet tarihindeki en büyük yatırım yapılıyor ve bütün raylar elden geçiriliyor, yenileniyor, yeni raylar ekleniyor. “Eh ne güzel işte” dediğinizi duyar gibi oluyorum ama ne yazık ki kazın ayağı öyle değil! Halkın parasıyla, devlet kaynaklarından yapılan bu yatırım demiryollarını özel sektöre peşkeş çekmek için yapılıyor. Bunca yıldır unutulmuş olan demiryolu taşımacılığının yeniden hatırlanmasının nedeni, bu alanın sermayenin ve sayın hükümet yetkilisi devlet büyüklerimizin iştahını kabartmaya başlaması. Özelleştirmenin her zamanki mantığı yeniden ve yeniden hayata geçiriliyor:  Önce sektöre yıllarca yatırım yapmayacaksınız. Sonra sektör verimsiz çalışıyor, zarar ediyor, diyeceksiniz. Peki sektörün kâra geçmesinin yolu ne, diye soracaksınız ve hiç vakit kaybetmeden cevabı yapıştıracaksınız: “Özel sektör rekabetine açılması”. Özel sektörle rekabete açılması için özel sektör mantığı ve çalışma koşullarının sektöre hakim kılınması gerekir. Bu da yetmez, özel sektör bu haliyle hiç bu alana gelip yatırım yapar mı? Elbette bu koşullarda hayır! O zaman sektöre devlet eliyle yatırım yapalım ki özel sektöre cazip hale gelsin! Ülkenin kaynaklarını bir anda seferber edersiniz. Devlet, büyük çoğunluğunu emekçilerden, işçi ve memurlardan topladığı vergileri bu alana yatırır. Özel sektöre yeni kâr kapıları yaratır. Sonra da özel sektör buradan tatlı tatlı kazanç sağlar. İşin ilginci vatandaşın aldığı hizmet de hem daha pahalı hem de kötü olur. Çok benzer bir süreci Türk Hava Yollarında yaşamadık mı? 

Demiryollarında yaşanacak olan havayollarındakinden de vahim belki de! Demiryollarında 152 yıllık devlet tekeli kaldırılacak. Demiryolu inşa eden kuruluş ve bakımını yapan kuruluş ile insan ve yük taşımacılığı yapan ve A.Ş. şeklinde örgütlenmiş “Türkiye Demiryolu Taşımacılığı Anonim Şirketi” (DETAŞ) birbirinden ayrılacak. Bununla da kalınmayacak, insan ve yük taşımacılığı yapacak olan DETAŞ, özel sektör rekabetine açılacak; yani isteyen istediği hatta demiryolu işletmeciliği yapacak. Bunun dışında yurtdışından gelen trenler de Türkiye raylarında seyrü-sefer eyleyebilecek.  

Devlet Demiryolları Genel Müdürü açıklama yapmış: “Herkesin koşarak trene bindiği bir Türkiye istiyoruz. Sloganımız 50 yıllık hakkımızı geri verin”. Kimin hakkını kime vereceksiniz? Burada konuşan sayın kamu yöneticisi (?) hangi tarafta acaba, kamu yönetimi tarafında mı özel sektör tarafında mı? Ya da bu alanda at koşturmak isteyen özel sektör yöneticisi, Genel Müdürümüzden farklı bir slogan bulmaya çalışır mıydı; yoksa o da sayın Genel Müdürümüz gibi, “Yeter artık! Bu alanda yılladır sürüp giden devlet tekeline bir son verin! 50 yıllık hakkımızı bize geri verin” mi derdi?  

Peki ya işçilerin hakkını, emekçilerin hakkını kim geri vercek? Hergün daha çok çalışarak daha çok fakirleşen ve özel ve güzel sektöre elindekini avucundakini teslim eden insanlarımızın hakkını kim verecek? Belki en doğru soru, bu insanların hakkını kim soracak?

 

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 9 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol