|
|
|
 |
|
 |
KÜRT SORUNU ETNİK BİR SORUN DEĞİLDİR
Kürt sorununun etnik bir içeriği var. Çözümü için de ana dilde eğitim, anayasada Kürt kimliğinin açıkça tanınması gibi talepler dile getiriliyor. Bunlara katılmamak olanaklı değil.
Ancak Kürt sorunu temelde bir kimlik sorunu, etnik bir sorun değildir. Bunun hem ötesi hem de berisi vardır.
Kimliğin tanınması gerekli ve asgari adımdır. Asıl mesele bundan sonra başlamaktadır. Çünkü, bu gelişme-kazanım, Kürt halkının çok geniş kesimlerinin özgürlük ve eşitlik taleplerinin sağlama alınması anlamına gelmez. Keyfi yerinde azınlığın ise zaten böyle bir derdi yoktur. Meselenin ötesi budur.
Kimlik üzerindeki baskının kalkması ya da zayıflaması, bu kimliğin gerçekten yaşama geçebileceği koşulların oluşması demek değildir. Kimliğin garantisi için, Kürdün bir insan gibi yaşayacağı ekonomik, toplumsal, politik düzenlemeler gerekir. O nedenle kimliklerini isteyen Kürt yoksul köylülerinin, aynı anda talep etmeleri gereken şey, eşitlik ve eşitlikçi bir düzen olmak zorundadır. Aksi halde kimlik mücadelesi boşuna ve aldatıcı olur.
Bütün bu nedenlerle Kürt sorununun çözümü, tek başına kimliğin tanınmasında değil, bunu da içerecek daha kapsamlı sosyopolitik düzenlemelerdedir. Bu paket bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, doğuyu kalkındıracak, tarım ve hayvancılığı yeniden diriltip, bölgeye sanayiyi sokacak, geliri eşitleyecek stratejileri içermek zorundadır. Bunlar da kapitalist düzenin işi değildir. Kürt sorunu bu nedenle bir kimlik sorunu değil, sosyoekonomik formasyon sorunudur.
Kürtler'in sorunlarının çözülmesi isteniyorsa, Kürt hareketinin, perspektifini, kimlik meselesinin çok ötesine, piyasa düzenine kadar genişletmesi ve eldeki büyük potansiyeli daha kapsamlı bir projeye göre kullanması gerekir. Buradaki potansiyel hem Kürt hem de Türk emekçilerine ilişkindir. Potansiyeli yalnızca Kürtler ile sınırlayan Kürt hareketi o nedenle ne gerçekçi ne de devrimcidir.
Meselenin berisi ise, Kürt sorununun kimlik sorunu olarak ele alınmasının Türk tarafında yarattığı faşizan milliyetçileşmedir. Görmek gerekir ve ne yazık ki görülmek istenmemektedir: PKK'nın “başarılı” olarak duyumsanan-nitelenen her eylemi batıda önü alınamaz milliyetçi hezeyanların kabarmasına neden oluyor.
Öte yandan, Kürt kimliğini öne çıkaran mücadele Kürtler arasında da milliyetçiliğin kökleşmesine yol açıyor. Kurtuluş yolu kimliğin elde edilmesi ise, karşınızdaki saf (bu konjonktürde) kaçınılmaz olarak karşı kimlikte olanlardır. Kimlik mücadelesi ontolojik olarak karşı kimliğin ötekileştirilmesini gerektirir. Farklı etnisitelerin, bu şekilde, aynı çatı altında yaşamaları olanaklı değildir. Sorunu kimliğe sıkıştıran politika Türkleri ve Kürtleri kendi içlerine kapatan, birlikte yaşamayı olanaksızlaştıran bir etki gösteriyor. Bize gereken ise milliyeti ne olursa olsun sömürücülerin ötekileştirilmesidir.
Söz konusu olan bir iktidar meselesidir. Eğer iktidar işçi ve emekçi sınıflar, eşit ve adil bir düzen için isteniyorsa, yapılması gereken tek şey Kürt ve Türk emekçi sınıflarını, yani her iki halkın çoğunluğunu yakınlaştıracak stratejilerin benimsenmesidir. Bunun için Türk ve Kürt karakterli değil, sınıfsal bir politikaya gerek vardır. Birleşik sol bir siyasal hareket mi isteniyor: Bunun zemini ancak emekçi sınıf kimliği olabilir.
Yok eğer, bir Kürt iktidarı için savaşılıyorsa, bunun yolu bile Kürt hareketinin bu stratejisi ve PKK'nin bu eylemleri olamaz. Çünkü her eylem milliyetçilik üzerinden bir iç savaşa bizi daha çok yaklaştırıyor ve halklarımızı daha çok emperyalist planların kucağına itiyor. Eğer Kürtler'in iktidarı Yugoslavya'dakine benzer bir sürecin sonrasında gerçekleşecekse, o koşullardaki Kürtlüğün ve Türklüğün bir anlamı kalacak mıdır ? Eğer istenen şey halklar arasındaki mesafenin daha da açılması, bunun üzerinden ilişkilerin ve değerlerin kopma noktasına gelmesi, Amerika'nın bölgeye daha fazla yerleşmesi ise, o zaman söylenecek bir şey yoktur.
Anadilde eğitim hakkının kazanılmasının zorluk derecesi, sosyalist devrimi gerçekleştirmekten daha fazladır.
İLKER BELEK
|
|
 |
Fethullah'ın Hülyalı Gözleri… ASAF GÜVEN AKSEL
Fethullah Gülen'in Türkiye'ye hasreti, iftar yemeklerinde iç çekip ağlaması, yandaşlarının olduğu kadar, liberal destekçilerinin de içini sızlatıyor. Son günlerde, bu yönde bir muhabbettir, aldı başını gitti. Yeni değil bugün yazılıp çizilenlerin hiçbiri. Bu nedenle, okurlardan özür dileyerek, sekiz yıl önceki bir yazım için kullanacağım bu köşeyi bugün. Belki, "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur" nedir, bir örnek olur dedim...
"Hem, kadınla erkek arasındaki ilişki de neymiş? Biz fizyologlar, bu ilişkilerin ne olduğunu biliriz. Gözün anatomisini iyice bir incele bakalım. Senin deyimince o esrarlı bakışlar filan nereden geliyor? Bütün bunlar romantizmden, saçmalıktan, kokmuşluktan, edebiyattan başka bir şey değil"
Amcasının hayatını bir kadına adamışlıktan gelen sorunlarına biraz anlayışlı yaklaşım isteyen Arkadi'nin, nihilist prototipi arkadaşı Bazarov'dan aldığı yanıt, böylesine "yuh!" dedirtici. Mekanik, soğukkanlı, duygusuz…
Fethullah Gülen, yine Türkiye'nin gündemine oturdu. Ne çok aydın, ne çok liberalizm sevdalısı, bu, gözyaşları içinde, kendisini yanıp tutuşturan memlekete hizmet aşkını anlatan Gülen için kaygılanıyor şimdilerde. "Özgürlük!", "Demokrasi!", "İnsan Hakları!"… Neymiş, neymiş? Fethullah Hoca'nın önü kesilmek isteniyormuş. Demokrasi isteyen, bunu başkaları için de isterse tutarlı olabilirmiş. Şeriatı bahane edenler, toplumu cendereye almak istiyorlarmış. İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğü tehlikedeymiş; günümüzde, "çokkültürlü toplum"la özdeş, lokal örgütlenmelere alabildiğine serbesti tanıyan, sivil toplumun önünden çekilen bir siyasal yapı özlemi içindeki aydınlar, buna tavırsız kalamazmış.
Bazarov'a "yuh" çekmek, "Babalar ve Oğullar"ın bahse konu dizgesi içinde ne kadar da haklı bir eylem, değil mi… İnsan-insan ilişkisinde, katı bir fizyologun, üzerine bolca nihilizmin naifliği serpilmiş haliyle aldığı tutum, bizzat Bazarov'un yaşantısında tuzbuz olacak, bunda tartışma yok. Ama, bir an bunun dışına çıkıp düşünelim. Gözün, "esrarlı bakan" tanımının ötesindeki yapısını inceleyelim. Bazarov'un nitelikleriyle, yani, mekanik, soğuk, duygulara izin vermeksizin nesnel olarak irdelenebilir bir şey o! İyi ki de öyle bir yan var, yine bu "elle tutulur"luktan, edebiyatla ilgisizlikten ibaret yapısından kaynaklanan "arıza" ve "kusur"ları gidermek, pek mümkün olamazdı yoksa.
Elinin ağırlığı dillere destan olacak bir berberin koltuğunda otururken, artık sanatından vazgeçmiş, sadece sohbet için buluşma mekânı olarak bir köhne dükkânı işletmeyi sürdüren yaşlı berberle arkadaşlarının konuşmasına –mecburen– kulak misafiri olmuştum. İçlerinden biri, o an orada olmayan bir arkadaşlarını sorduğunda, "ya, o bozuldu" diye yanıtlamıştı bizim berber. Ben bunu, klasik argo anlamıyla değerlendirip, adam küsmüş zannetmiştim. "Neresinden" sorusuna verilen, "böbreklerinden" yanıtıyla anladım ki, hastalıktan bahsediliyor. Bizim ihtiyarlardaki, insan nesnesini oluşturan yapıdaki mekanikliği kavramışlığın ve tinsellikten arınmış vücudun böyle tanımlanabilmesinin çarpıcılığı ve haklılığı, bana Bazarov'u düşündürmüştü. Bir düzenek aksıyordu, bozulmuştu ve tamir edilmeliydi. Bunları, hastalanmak ve tedavi kelimeleriyle değiştirseniz de, sorun, işlem ve sonuç aynıydı. İşte bu kadar.
Fethullah Gülen özelinde, ya da Kürt sorununda, ya da "Batı uygarlığı" eksenli "demokrasi" anlayışlarında, şeriata karşı tutumda, yaşanan her saflaşmada, bir Arkadi-Bazarov diyalogu benzeri yaşanıyor aslında. Olguların materyalist analizi, duygusal söylevlerle karşılaşabiliyor. Zavallı Müslümanlara zulmediliyor, bu ülkeyi ordu yönetiyor teraneleri yükseliyor. Şeriatçıların "hülyayı bakış"larıyla hipnotize olanlarla, o "bakış"ın tarihsel materyalist biopsisini yapanlar, Turgenyev'in boy aynasına çıkıyorlar.
Şeriat, yalnızca bir örnek. Politika üretmek, ya da süregelmekte olan politikaları kantara vurmak diye genellemekte sakınca yok. Çıkış noktanız ne olursa olsun, isterse bir düşün peşinde, realizmin dudak kıvırdığı ideallerle saf tutmuş olun, o düşleri, idealleri, nesnelliğin soğuk zemininde, kılı kırk yararak üreteceğiniz siyasetlerle yaşamın kendisi kılabilirsiniz. Burada, "hülya"lara yer yoktur. "Demokrasi" kelimesi daha az telaffuz edilip, daha fazla anlaşılabilseydi, belki bu kadar sorun yaşanmayacaktı. Materyalizmden kopuş, bu kavramın gökten zembille indiği yanılgısına kadar varabiliyor. Bir Batı tipi demokrasi lafıdır almış giderken, o hayran olunan, özlemi dile getirilen şeyin tarihsel gelişimi, tarihi ve olguları karpuz sergisiyle karıştıranlarca, seçmece yapılırken bir yana atılıveriyor.
Şöyle yapalım. Bizim "sol" aydını, alıp giyotinin yakınında bir seyirlik mevkiye yerleştirelim. Sepete yuvarlanan nedir? Bugünüyle tutarlı bir yanıt vermesi beklenirse, şudur: Kralın hülyalı bakan gözleri! İlginç, o hülyalı gözlere yazıklanan "sol" aydın, o tarihte elinde erk bulundursa, tarihin rotası, burjuva demokrasisi yönünde gelişemeyecekti ve bizimki bugünkü hayranlık malzemesinden yoksun kalacaktı… Amma paradoks!
"Arkadi" ve "Bazarov", aynı tarihe bakarken, farklı dersler çıkarıyorlar bugün. "Arkadi", demokrasi öyle ya da böyle gelişmiş işte, artık herkese özgürlük tanınmalı, hiçbir şey engellenmemeli gibilerden, insani duygulara hitap eden, kulak ve gönül okşayan bir derse sahip. "Bazarov", nemrut biri tabii, demokrasinin, "öyle ya da böyle" değil, birileri ve birşeyler tırpanlanarak, ezilerek geliştiğini, tarihteki değişmez dersin bu olduğunu iddia ediyor. Eh, akıllarda diktatörlükler, baskı rejimleri, ceberrut devlet imajları uçuşmaya başlıyor kaçınılmaz olarak. Çığlık yükseliyor: "Yuh!"
Ah Fethullah Hoca ah, hülyalı bakışlarını göremeyen anti-demokrat gözler kör olsun!
Kulakları çınlasın, koğuş nöbetini nizami giysiyle değil, sadece başındaki kep ve altında pijamayla tutan arkadaşa, denetimi nasıl atlattığını sorduğumuzda, "astsubayın gözüne gözlerimi diktim, gözlerime bakmaktan altımı fark edemedi" demişti. Fethullah Efendi de, bizim "sol" aydınları böyle mi yâd ediyordur dersiniz?
Alıp yatırsanız masaya da, o gözü bir didikleseniz, çıkan sonuç, neye özgürlük istendiğini ortaya koyar mı? "Sınıflar vardır" gerçeğini, bu sınıflar arasındaki kavgayla birlikte küpeşteden atanlar için, bir şeyin değişeceğini sanmıyoruz. Olguların materyalist analizinden vazgeçiş, uçuşan kavramlarla iş görüş, bunları dikkate almamak durumudur zaten.
Bir gözün hülyalı bakıp bakmadığı, o göze bakana göre değişen bir şeydir. Bakan göze bakan göz belirler niteliği. Ve bunlardan hangisinin doğru olduğu, tartışma alanına giremez. Onun için Bazarov'a "yuh!". Gelgelelim, siyaset, bir çift gözün bakışını duyguyla algılamaktan ibaret değil. O, "fizyolog katılığı".
Şimdi, "Yuh!"lara aldırmayan aydın tavrı zamanıdır. Fethullah Gülen'e, şeriata, Batı ve ABD yörüngesine giren "demokratik taleplere" özgürlük yok! Yalnızca bu tavır, demokrasi ve özgürlüklerin savunuculuğudur. Varsın, gözlerdeki buğunun cazibesine kapılanlar ağlayıp sızlasın, "Yuh!" çeksin... |
|
 |
|
|
|
|
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER
Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!
Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…
Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.
Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.
Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!
Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!
İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.
“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.
Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…
Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.
Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.
Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!
Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?
Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur. |
|
|
 |
|
|
|
|