<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Büyüyemeyip de Küçülme

 

Büyüyemeyip de Küçülme ERGUN ÇAĞLAYAN

1997 yılında 100 olan imalat sanayi endeksi, 2008 yılının Mayıs ayında 154,7’ye çıkmış. Sonra da Ağustos ayında 134,3’e düşmüş. Eylül ve Ekim aylarında tatile giren fabrika haberlerine, sipariş iptallerine, fırlayan dövize ve uzun bayram tatiline bakılacak olursa endeksin 125’e doğru gerilemeye devam etme ihtimali yüksek. 11 yılda sadece yüzde 25 üretim artışı, bir de nüfus artışıyla oranlayalım, yüzde 7’nin biraz altı! Kişi başı yıllık yüzde biri bulmayan üretim artışı ile AKP’li göz kamaştırıcı kalkınma modeli.

Peki nasıl oluyor da 1997 yılında kişi başına iki bin doların altında olan milli gelir, 9300 dolara çıkıyor? Demek ki Türkiye, üretmeden de zenginleşebiliyormuş! Her şeyden önce döviz kurunun ucuzluğu büyük bir sapma yaratıyor. Milli gelir hesapları, bu 11 yıl boyunca kişi başına sabit fiyatlarla sadece yüzde 15 civarında zenginleştiğimizi gösteriyor. 

Peki hesap çarpıtmasının ötesindeki sanayi dışı büyüme? Hizmet sektörünün hızlı gelişimi, kentleşme, bankacılık sektörünün büyümesi, dış ticaret hacminin ve özellikle ithalatın patlaması, şişen tüketici kredilerinin inşaat ve dayanıklı tüketim balonu şişirmesi. Bunlar hep, “gelir yaratan” faktörler arasında sayılabilir.

Şimdi Mayıs ayından Ağustos ayına yüzde 13 reel üretim azalmasından bahsediyoruz. Muhtemelen yüzde 20’yi kısa sürede bulacak. Sabit fiyatlarla, enerji ve madencilik hariç sanayi üretimi, uzun yıllarını geri vermiş görünüyor. Başka türlüsü mümkün mü? Döviz kredileriyle, ithal girdi ve makinelerle, düşük kar marjıyla ve düşük teknoloji ile yapılan bir üretim, bir de krizden etkilenen pazarlara hitap ediyorsa iş bitti demektir.

Kayıt dışı ile ilgili önemli bir not. 2001-2002 yılları hatırlanacaktır. Ekonomi durma noktasına geldiği halde milli gelirde yalnızca yüzde 9 civarında bir azalma meydana gelmişti.  Çeşitli ölçümler, ekonomik aktivitenin ortalama yüzde 40’ının kayıt dışı olduğnu gösteriyor. Bu kayıt dışılığın büyük bir kısmı, kaçak işçi çalıştırma ve faturasız mal satma ile gerçekleşiyor. Krizde kayıt dışı çalıştırılan işçiler çok kolay atılabildiği için ve (gerçekten zarar edildiği koşullarda resmi zarar yazmak kolaylaştığından) faturasız mal satışı büyük ölçüde gereksizleştiği için kayıt dışı ekonomik aktivite, çok daha hızlı yavaşlıyor.

Kısacası, aslında 2008 yazında başlayan ve aylar sürecek kabusun ne kadar küçülteceği yine hesaplanamayacak. Ama dahası var ve hafta başında ortaya çıktı. Dolar kuru, yazın gördüğü 1,15 YTL diplerinden 1,50’ye doğru hızlı bir yükseliş göstermişti ve hafta başı 1,55 de geçildi. Ödemeler dengesinde ortaya çıkan tablo, cari açığın fonlanamadığını, dolayısıyla ekonominin cari açık dengelenene kadar yavaşlayacağını ve kurların durulmayacağını gösteriyor.

Yani hem üretim azalışı ile ithalat yavaşlayacak, hem döviz kuru ile ihracat artacak. Ekonomi, azalan para girişine adapte olacak. Ama sorun, bu adaptasyon yaşayan aktörlerin pek çoğunun döviz cinsinden borcu bulunması ve kabaran borçlarını azalan üretimleriyle kapatmaya çalışacak olmaları. İşte bu sefer bankacılıktan değil reel kesimden başlayacak kriz bu. “Global krizden az etkilenir” denen Türkiye, kendi uzatılmış krizini yaşayacak derken kast edilen süreç böyle başladı.

Artan dövizin bu seviyelerde bir süre kalması durumunda bile enflasyonun birkaç ay içinde kolayca küçülme ve işsizliğin yanına üçüncü bir felaket olarak eklenebileceği biliniyor. Merkez Bankası, yaptığı saptamalarda döviz kuru itişli enflasyon tehdidini pek ciddiye almıyor görünüyor. Halbuki maliyet enflasyonu, çoğu geçmiş dönemde en az kamu kaynaklı talep çekişli enflasyon kadar başa bela olmuştu. Bu sefer seçim döneminin geldiği de düşünüldüğünde, her ikisinin de yakın tehdit olduğu ortada.

1982 yılından beri en büyük resesyona sürüklenen ABD, tüketici ve yatırımcı güveninde tarihi düşüşler yaşayan, parasal birliği tehlikeye girmiş bir Avrupa ve bunlara bağımlı hale getirerek “çağ atlatmış”, yerel seçime giden bir AKP. Şimdi iktidar partisinin tek çaresi kalıyor: Patronların krizden fırsat yaratmalarını sağlamak, sonra dönüp halktan oy istemek. Türkiye’de bu ikisinin aynı anda yapılabildiğini biliyoruz. Şimdilik.
 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 19 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol