<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Açlığın ve Sefaletin Sorumlusu Emperyalistler

Açlığın ve Sefaletin Sorumlusu Emperyalistler BURAK GÜRBÜZ

Kissinger 1974 petrol krizi esnasında şu sözleri söylüyordu: “petrolü kontrol eden, ülkeleri kontrol eder, gıda’yı kontrol eden, nüfusu kontrol eder”. Dünya petrollerini ABD, büyük insani felaketler pahasına kontrol etti ve etmeye devam ediyor. Fakat bu yetmiyor. Çünkü son 30 yıldır büyük bir tehlike emperyalist dünyanın başına musallat olmuş durumda. O da dünya nüfus artışı. Aslında bu süreç emperyalistleri çok yakından ilgilendiriyor, çünkü bu artışın bir ucu onlara dokunuyor. Asırlardır kendi tahıl ambarlarının itaatkâr köleleri ve ucuz iş gücü olarak gördükleri eski sömürge ülkelerinin emekçilerini, şimdi birer tehlike olarak görüyorlar. Özellikle demokratik, özgürlükçü ve bilmem neci AB ülkeleri Afrika’dan, Asya’dan, Güney Amerika’dan gelen göçmen işçilere karşı savaş açmış durumdalar. Emperyalistlerin eski sömürge ülkelerinden gelen bu insanlar, açlığın ve sefaletin pençesinden kurtulmak için geliyorlar Avrupa’ya. Amaçları Avrupalıların eskiden kendilerine yaptıkları gibi zenginliklerini, kültürlerini yağmalamak için değil, tam tersine emperyalist AB ülkelerinin üretim süreçlerinde yer alıp çalışmak ve karşılığında kendi geldikleri ülkelere nazaran daha rahat yaşayabilmek için göç ediyorlar.

O zaman emperyalist ülkelerin petrol gibi gıda’yı iyice kontrol etmeleri gerekiyor ki dünya nüfus’unu kontrol altına alsınlar. Dünya nüfusunu iki şekilde kontrol altına alabilirler. Birincisi kendi ülkelerine sefil, aç göçmen işçileri sokmayarak. İkincisi, Dünya nüfusunu, tahıl borsalarında tahıl fiyatlarını arttırıp, az gelişmiş ülkelerde ki açlığı ve sefaleti fazlalaştırıp, açlıktan ölümlerin çoğalmasına katkıda bulunarak sağlayabilirler.

Uluslararası tahıl borsalarına baktığımızda emekçilerin sefalet ücretlerinin ana harcama kalemi olan tahıl ürünleri fiyatları son 5-6 yıldan beri hızla artmaktadır. Örnek vermek gerekirse 5 yıl önce Tayland pirincinin tonu 198 dolardan satılırken, 2007’de 323 dolar olmuştur, bu yıl içinde de 1000 dolar’a fırlamıştır. (bkz: Chossudovsky’nin makalesi
http://www.cadtm.org/spip.php?article3403
Dünya’da gündelik geliri 2 dolardan az olan insan sayısının 2,6 milyar olduğunu bildiğimize göre, bu gelişmelerin dünya’da açlıktan ölümlerin artacağını tahmin etmek zor olamasa gerek. Piyasa ve sermaye yanlısı iktisatçılar arasında batı ülkelerinin borsalarında artan tahıl fiyatlarının sebebini kuraklığa bağlayanlar var. Bu savı doğru olarak kabul ettiğimizi varsayalım, o zaman kuraklığın sebebinin de kapitalist ülkelerinin sanayi atıkları yüzünden oluştuğunu bilmemiz gerekir. O zaman bu işin sorumluları belliyken, tüm bu yaşanan ve yaşanmakta olan doğal afetlerin maliyetini niye az gelişmiş ülkelerin emekçileri açlıktan ölerek ve de AB kapılarından kovularak ödemek zorunda kalsınlar? Karbon dioksit gazının bolca doğa’ya salınmasından sorumlu olanlar ve açlıktan ölerek cezasını çekecek olanlar Afrikalı, Asyalı emekçiler midir?

Gıda fiyatlarını artışı meselesinde piyasa fetişizmi hiçbir şeyi halletmediği gibi, hiçbir şeyi de açıklamamaktadır. Yani tahıl fiyatlarının artışı kuraklıktan kaynaklanıyor tezi, insanda “eee peki?” deme ihtiyacı doğuruyor. Bizim ülkede olduğu gibi piyasa fetişti iktisatçılar piyasanın nimetlerini ballandıra ballandıra anlatmaya devam etsinler ama AB hiç onlar gibi düşünmüyor. Ne mi yapıyor? Çalışıp karnını doyurmak için Asya’dan, Afrika’dan, Latin Amerika’dan gelen yabancı işçileri ülkesinden içeri sokmak istemiyor. Piyasa yanlısı Avrupalılar dışarıdan gelen emeğin kendi ülkelerinin emek piyasasının içine sokulmasına razı gelmiyor. Ortaya o zaman şöyle bir tablo çıkıyor. Emperyalist ülkelerinin emek sömürüne dayalı sermaye birikimi süreci, sanayi atıkları sayesinde doğanın kirletilmesine neden olup, dünya’da sıcakların artmasına, tahıl üretiminin düşmesine ve fiyatının artmasına sebep oluyor. Bu sayede günde 2 dolardan az geliri olan dünya’daki 2,6 milyar insan açlık sorunuyla karşı karşıya kalıyor, bu insanlar ya açlıktan ölüyor veya iş ve aş bulmak için AB gibi batılı emperyalist ülkelerin yolunu tutuyor. Ama AB ülkeleri demokrasi adına, insan hakları adına ve de özgürlük adına onları tekrar geldikleri ülkeye, yani açlık ve sefalet çektikleri ülkelere postalıyor. Piyasacıların kuraklık tezinden türetilen yukarıdaki önerme işin sadece bir boyutu.

Diğer boyutu ise açlıktan ve sefaletten asıl piyasacılığın ve kapitalizmin bizzat sorumlu olmasıdır. İMF ve Dünya Bankası tarafından az gelişmiş ülkelere yıllardır uygulatmaya çalıştıkları ekonomide yapısal uyum programları, bu ülkeleri hem daha çok kapitalizme ve piyasacılığa sürüklerken hem de açlığın ve sefaletin artmasında başrolü oynamıştır. Az gelişmiş ülkelerin batılı bankalara olan borçlarını ödemeleri için batılı ülkeler tarafından önerilen “döviz kazandırıcı” iktisadi faaliyetlerin arttırılması fikri, tarımsal ürünlerini kendi ülkelerinin iç tüketimi yerine ihracata yöneltilmesine neden olmuştur. Bu ilk safha içeride kıtlıkların ve açlığın artış göstermesine sebep olmuştur. Sonra ki safhalar bu tarım ülkelerinin geleneksel tarım ürünlerini bırakıp, batı’da talebi daha yüksek olan egzotik tarım ürünlerine yönelmesine neden olur. Tüm bu gelişmelerin ana fikri bu ülkelerin borçlarını kapatmak için döviz bulması üzerinedir. Tüm bu piyasa yaklaşımları bu ülkelerdeki iktisadi, sosyal yaşamı daha da kötü hale getirmiştir. Bir yanda emekçilerin düşen gelirleri, sefalet içinde yaşamlarını daha da kötüleştirerek devam ederken, öte yandan ülkelerinin dışa bağımlığı da hızla artmaktadır.

Aslında yazının başına döndüğümüzde, emperyalist ülkelerin tahıl ürünlerinin fiyatının artmasına sebep olarak gösterdikleri piyasa masalı, emperyalist güçlerin dünya nüfusunu kontrol altına almak için anlattıkları iğrenç bir yalandan ibrettir. Bu sav, Kissinger’in yukarıda alıntılanan sözlerini doğrulamaktadır. Piyasalara güvenin şart olduğunu, onların dokunulmaz olduğunu az gelişmiş ülke emekçilerine kabul ettirmek için gene bu ülkelerde eğitim, araştırma, basın, reklam yoluyla yürütülen sermaye ve piyasa yanlısı propaganda bizim ülkemiz dâhil birçok ülkede de maalesef başarıya da ulaşmıştır. Peki, uluslararası tahıl fiyatlarının artışı az gelişmiş ülke emekçilerini açlığa iterken, bu işten kimler kazanmaktadır diye soracak olursak cevabı hem emperyalist ülkelerin vurguncu sermayedarları, hem de kendi halkının açlıktan ölmesini nemalandıran yerel tarım burjuvazisidir.

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales 11 Nisan 2008 yılındaki bir konuşmasında (
http://www.cadtm.org/spip.php?article3448) AB’nin yabancılar politikasına çatmaktadır. Avrupa Komisyonunu aldığı bir kararla göçmen işçilerin 18 ay’a kadar sorgusuz sualsiz göz altında tutulması sonrasında da gerisin geriye gönderilmesini Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesinin 2,3,5,6,7 ve 8’nci maddelerine ters düştüğünü iddia etmektedir. İnsan Hakları masalında, “hangi insan? Ne hakkı?” gibi sorulara verilen ya da verilemeyen cevaplar zaten Uluslararası Beyannamede yazılanların gerçekte safsata olduğu asırlardan beri ortaya konulmuştur. Ama haklı olarak Evo Morales tekrar sormaktadır. Emperyalistlerin kendilerinin hazırladıkları beyannamelere kendilerinin uymalarını istemektedir haklı olarak. AB’nin yabancı göçmen işçilere uyguladığı ayırımcılık politikası, Bolivya gibi az gelişmiş ülkelerin göçmen işçilerinin ülkelerine gönderdikleri finansal transferleri de azaltacaktır. Bu durum az gelişmiş ülkeleri daha da sıkıntıya sokabileceği savı da işin başka bir boyutudur.

AB eski sömürgelerine ve diğer az gelişmiş ülkelere “artık sana benden mama yok” havasına girmiştir. Oysa onlara o mamayı sağlayan az gelişmiş ülkelerin emekçileridir. Bu tavır hem küstahçadır, hem de Türkiye dâhil birçok ülkenin emekçisinin, aydının üzerinde ciddi biçimde düşünmesi gereken tavırlardır. Ama bizim aydınımız AB’cidir. AB’nin onu ve ülkesini AB’ye kabul edeceği hayaller içinde AKP ile beraber ortalığın tozunu dumanını arttırmaktadır. Bir yandan bugün Gaziantep de dağıtılan ucuz bulgur için birbirini ezen halk ve AB’ye iktisadi ve sosyal açıdan yaklaştığını iddia eden aydınlar. Öte yandan, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde, şehir ile hiçbir alakası olmayan fakir, fukara mahalleler ve Türkiye’nin AB ile bütünleştiğini savunan Türkiye-AB kıyaslamalı çalışmalar. Arzu ettikleriyle, gerçekler çok farklı. Keşke görebilseler. Kömür için oy veren bir halk var mı gıpta ile baktıkları Avrupa’da?

 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 8 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol