<B>Devrimci Siteler</B>
   
 
  Günümüz Krizine Ara Bir Gönderme: İktisatta Değer

 

Günümüz Krizine Ara Bir Gönderme: İktisatta Değer BURAK GÜRBÜZ

Klasik iktisadın temel var oluş nedeni sermaye birikimidir. Dolayısıyla üretim sürecinde emeğin yarattığı katma değerin, üretim araçlarına sahip sınıf olan kapitalist sınıf tarafından el konulmasıdır. Kapitalistin emek-değere el koyması, sermaye birikiminin sağlanmasında en temel koşuldur. Fakat bu durumda sermaye birikimi biçimsel olarak sürdürebilir fakat fiilen gerçekleşmemiştir. Fiilen artı-değerin kapitalist sınıfa kâr olarak yazılabilmesi için malın piyasada satılması gerekmektedir. Dolayısıyla bir toplumda gelir dağılımı üretim sürecinde meydana gelir. İşçi zaten yaşamsal ücretini üretim esnasında almıştır, sermayedar da üretilmekte olan malın değerinin yarısına (artı-değer) el koyacağı zaten kesindir. Peki, sermayedarın kâr oranları değişebilir mi?

O zaman bu soruya cevap vermek için malın fiyatına bakmak gerekir. Klasiklere göre piyasada oluşan fiyatlar üç aşağı beş yukarı malın üretim değerine eşit olacaktır. Yani bir başka deyişle üretilen malın değerine sermayedar bir fiyat biçer. Bu fiyat malın doğal fiyatıdır ve içinde A. Smith'e göre ücret ve artı değeri, Ricardo'ya göre ise ücret, artı değer ve üretimde kullanılan ve her biri geçmiş zamanlara ait birer emek ürünü olan üretim araçlarının değerini barındırır.
Doğal fiyat ücret ve artı-değeri kapsayan ve piyasaya arz edilen malın fiyatıdır. Say'in “her arz kendi talebini yaratır” şiarından yola çıkarsak, piyasadaki gerçek fiyat doğal fiyata aşağı yukarı eşit olacaktır. Fakat bu eşitlik her zaman gerçekleşmeyebilir. O zaman arz ve talep eşitsizliğinden oluşan doğal fiyat ile gerçek fiyatlar arasındaki farklılıklar, aynı malı üreten sermayedarın arz fazlası olan bölgeden talep fazlası olan bölgeye yer değiştirmesi sonucunda tekrar arz ve talep birbirine eşitlenecektir.

Kapitalizmin var olma nedeni ticarete dayalı sermaye birikimidir. A. Smith’ e göre ticarete dayalı bu birikim ulusların zenginliğini yaratacaktır. Peki, kimler ticaret yapabilir kimler sermaye biriktirebilir sorusunu sorduğumuzda, karşımıza sermayedardan başka toplumsal sınıf çıkmamaktadır. Emekçi konumu itibariyle ticarete doğrudan dâhil olamamaktadır. Aldığı yaşamsal ücret, yani sadece yaşamını idame edebilecek ücret itibariyle de sermaye birikimi yapma şansı bulunmamaktadır. Kapitalizmde emek, sermayedara değer yaratma mükellefiyeti içindedir.

Tekrar değer konusuna döndüğümüzde burada bir defa daha çelişki çıkmaktadır. Zenginliğin, sermaye birikiminin değerinin ölçüsü gerçektir, yani emektir. Onun içindir ki klasikler bir günlük emeği bir malın gerçek (reel) değeri olarak kabul etmişlerdir.
O zaman değer para ile ölçülemez (değer çünkü nominal değil reel’dir). Klasiklerin bu yaklaşımından hareket ettiğimizde, üretimin başlarında işçiye ödenen yaşamsal ücret avansı bir nominal değerdir. O zaman nerede kaldı değerin reel ölçümü olan bir günlük emek?

Zaten başta da söylediğimiz üzere, hem işçi ürettiği mala sahip olamamakta, hem de en başta aldığı nominal avans ile ürünün gerçek değerinden soyutlanmaktadır.
Amaç burada emek sömürüsüne dayalı sermaye birikimini sürdürmek olmaktadır. Bunun kuramsal yolu da bu sömürüyü herkesin gözüne sokmamak için artı-değer ölçümünde parasal değer kullanmamaktadır. Çünkü parasal değer olarak sadece üretilen malın piyasada ki fiyatını bilmekteyizdir. Amaç emek sömürüsüne dayalı sermaye birikiminin boyutlarını mümkün olduğu kadar hasıraltı etmektir. Ama iş ücrete geldiği vakit yapılacak bir şey yoktur. Kâr'ı ve emek sömürüsünü fiilen gerçekleştirmenin tek yolu işçinin emeğinin yarısına veya daha azına karşılık gelen bir payı işçiye ücret olarak baştan ödemektir. Böylece işçi daha üretimin başında hem üründen, hem de ürünün gerçek değerinden soyutlanacaktır. Bu işlem bittikten sonra tüm artı-değer sermayedarındır artık.

Günümüz iktisadi yapının teorik altyapısını hazırlamış olan neo-klasik iktisat kuramında değer konusunda en önemli değişiklik, bir malın değerinin üretim sürecinde belirlenmeyip, piyasa da alım-satım esnasında oluşan denge noktasında belirlenmesidir. Bu tam olarak ne demektir? Bu durum, bir malın değerinin belirlenmesinde üretim süreci ve dolayısıyla işçi sınıfı (emek gücü) kaale alınmaması demektir. Kuramda çünkü bir malın değeri ve fiyatı bir tutulmakta, ikisi de arz-talep tarafından belirlenmektedir. O zaman üretim sürecinden soyutlanmış olan işçi ve sermaye sınıfı birey'e indirgenilmektedir. Üstelik işçi ve sermayedar konumdaki “birey”ler Walras’a göre piyasanın kâh arz tarafında kâh talep tarafında yer alacaklarından, sınıfsal konumlarını da zaman içinde değiştirebilecektir. O zaman tam rekabetin olduğu bir piyasa da bir malın değerini o malın birey anlamda faydası ve o malın üretim zorluğundan kaynaklanan kıtlığı belirlemektedir. Böylece değer kavramı tamamen öznel hale dönüşmektedir. Bundan dolayıdır ki, üretim sürecinden bağımsız olarak düşünülen değer kavramı, kuramsal birçok açmazı içinde barındırmaktadır.

Neo-klasik kuramda bir piyasa da bir ürünün hangi fiyatta ne kadar üretilmesi gerektiği incelenir. Fakat burada kullanılan ürün, klasik iktisatçıların bahsettikleri maldan farklıdır. Neo-klasiklerin ürünü, üretim sürecinden bağımsız önceden var olan “şeylerdir”. Dolayısıyla bu “şeyler” üretim esnasında sınıflar arası gelir yaratmazlar ve toplumun zenginleşmesine neden olmazlar. Bu ürünler üretim sürecinden koparılmış bir şekilde zaten vardır ve sadece arz ve talep yoluyla mülkiyet değiştirirler. Piyasada arz ve talebin eşitlendiği denge noktasında o ürünün fiyat ve miktar bilgileri vardır. Sermayedarın kâr ve sömürü oranları denge noktasında hasıraltı edilmiştir. Bir malın değerini emek sürecinden koparıp, piyasa da oluşan denge noktasındaki fiyat ile eşdeğer tutmak kuramı bazı açmazlara sürüklemektedir.

Örneğin Walras faydalı ve piyasa az bulunan (kıt) bir mala her birey sahip olmak ister. Fakat yazarın söz ettiği “sahip olma” fiili için gelir gerekir. Oysa biliyoruz ki Walras ve diğer Neo-Klasik iktisatçılar için malın değeri üretim sürecinde belirlenmediği için gelir de üretim esnasında oluşmaz. Değer fiyata eşit olduğundan gelir “örtük” bir biçimde malın piyasa da bir fiyattan alıcı bulması sonucunda oluşur. Demek ki o zamana kadar emekçinin ve sermayedarın geliri bilinmemektedir. O zaman daha gelir dağılmadan bir mala nasıl sahip olmak isteyebilir birey? Bahsedilen ürünler piyasaya sunulmadan evvel üretim maliyetleri yoktur, çünkü bir değeri yoktur. O malın değer bulabilmesi için piyasa da yüksek fiyattan (kıt olduğundan dolayı) alıcı (mal faydalı olduğu için) bulması gerekir. Peki, piyasada oluşan arz ve talep dengesinde yaratılan değerin mi yoksa ticaretteki değeri mi ölçmekteyiz tam olarak? Aslında yaratılan bir değer yoktur. Neo-klasiklerde bir malın değerini onun ticari değeri belirler. Ancak faydalı olan malın ticari değeri vardır. Fakat fayda değerin sebebi olamaz. Çünkü fayda değeri yaratmaz. Sadece fayda malın ticari değerini belirler.

Neo-klasik piyasa-değer kuramında ne çok bilinmez var? Değil mi?
 
 
Marx’ın Hakkı AYDEMİR GÜLER

Konu dışı bir notla başlıyorum. Bir keresinde daha kısa süre öncesine kadar Cumhuriyet’te yazan bir gazeteci hakkında, tam da eski çalışma arkadaşları yaka paça toplanırken, kalkıp “Ergenekon’un sonuna kadar gitmesi”nden dem vurmanın etik olmadığını söylemiştim. Türkiye solunda, artık Merdan Yanardağ da içeri alınmışken “sonuna kadar” saçmalığını tekrarlayanın sadece siyasi aklından değil ahlakından da kuşku duyulur!

Ergenekon kontrgerillayı konu alan bir hukuk süreci değil, ABD-Gülen-AKP üçgeninin siyasi ve ideolojik bir operasyonudur dedik durduk. Bu tezin bir kez daha kanıtlanmasına vesile olan Merdan’a geçmiş olsun…

Konumuz ise kitapları çok sattığı ve krizi ne kadar da iyi öngördüğü konusunda yaygın “geyiklere” malzeme olan Marx’la ilgili. Her elini attığı şeyi inanılmaz bir hızla çürüten düzenin şimdi Marx’a uzanmasından keyif ve tatmin duymak yersiz olur.

Endişelenip kaçalım demiyorum. Tam tersine. Marx’ın haklı çıktığını düşünen burjuvalar mı var etrafta? Öyle yarım yamalak hak vermek olmaz, diyeceğiz. Marx’ın yalnızca kapitalizmin kriz mekanizmalarını iyi analiz ettiği için ve ölümünden bunca zaman sonra öngörüleri hâlâ tutuyor diye yâd edilmesi yetmez. Marx’ın analiz ve öngörüsünü benzersiz kılan sisteminin başka boyutları da vardır ve “hakkımız” teslim edilecekse, o boyutlara da sıra gelecektir.

Zaten Marx’ın öğrencileri, hocalarının, holding profları, borsa uzmanları ve medya şarlatanları tarafından doğrulanmasına gerek bırakmamış bulunuyorlar. Dünyada da bizde de, Marksistler yıllardır “bu balon patlar” diyorlardı. Geriye dönük basit bir gözden geçirme, Marksizmin krizin zamanlamasına varana kadar haklı çıktığını gösteriyor. Her boydan burjuva yorumcu ise şaka kabilinden fikir kırıntılarıyla oynamaya devam ediyor. Bir kurtarma paketi açılınca yarım günlüğüne bayram eden borsalar kadar aklı var burjuva “bilimi”nin!

Ama daha fazlası nasıl olsun ki? Neredeyse 40 yıldır liberalizmi, sınırsız piyasacılığı baş tacı eden, ekonominin ve toplumun planlanamayacağından kamu sektörünün verimsizliğine, “her şeyi devletten beklememek” türü atasözü icatlarına kadar saçmaladıkça saçmalayan bir sınıfın düşünürlerinde akıl mı kalır! Doların yükselişine “dalgalı kur” diyebilen bir başbakana, bütün dış pazarlar daralırken “devalüasyonun ihracatı destekleyeceğini” anlatan yetkililere şaşmamak gerek!

İşin özeti liberal ezber büyük bir kayaya toslamış bulunuyor. Herkesin egemen bir ulusal devlet sandığı İzlanda’nın sadece bir finans kuruluşu olduğu görüldükten sonra, piyasa entegrasyonu temelli ve küreselleşme soslu uluslararası işbölümü safsatasını tekrar etmek mümkün görünmüyor. 1990’ların başında “verimsiz merkezi planlama”dan kurtuluşunu kutlayan eski sosyalist ülkelerin iflasa doğru gittikleri bir dünyada, piyasacılık gemisi su almadan yüzebilir mi? Bu tarihsel çuvallamadan sonra burjuva ideolojisinin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün olmayacaktır.

“Bizim” bu denli haklı olduğumuz ve burjuva dünyasının bu ölçüde şapa oturduğu koşullarda Kapital’in “çok satması” yetmez.

Çünkü Marx’a göre sermaye ile yığın yığın para arasında çok temel bir fark vardır. Sermaye dediğiniz şey, bir toplumsal ilişki biçimidir. Toplumsal ilişki olarak sermayenin, doğasından ayrılamayacak davranış kalıpları vardır. Sermaye düzeni herhangi bir hata, eksiklik, cahillik, kaza nedeniyle değil, tam da ve yalnızca “sermaye düzeni” olduğu için kriz üretir. Geri dönmeyecek kredileri verdikçe veren banka ve finans sektörü salak değil, kapitalist olduğu için öyle davranmıştır. Kapitalizm bir tarihsel salaklıktır, o başka…

Kapitalizm krizini atlatır, ama her defasında bir yenisine yelken açmak üzere… Buradan çıkan sonuç son derece yalındır. Açlık, işsizlik, yoksulluk, gericilik ve savaş nedeni olan krizlere karşı kesin önlem, sermaye düzenine son vermektir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine toplumsal mülkiyet. Özel mülkiyetin piyasa anarşisi yerine toplumsal mülkiyetin merkezi planlaması.

Marx’a öyle kuru kuru, bir köşesinden hak vermek olmaz. Madem başladık, hakkımızın tamamını alacağız!

Bunun bir inatlaşma konusu olduğu sanılmasın. Ayrıca hakkımızı kitap üstünde veya masa başında alacağımızı da kimse düşünmesin. Toplumsal mülkiyet ve merkezi planlama demek, burjuvazi yerine işçi sınıfı demektir. Yok sayılan işçi sınıfı, öldü denen sol, burjuva ideolojisinin dağıldığı kriz konjonktüründe alanını genişletmek için hamle yapmayacak da, ne zaman yapacak?

Sosyalizm ve işçi sınıfı itibarını geri kazanmalıdır. Marx’ın hakkı budur.
 
Bugün 3 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol